Nedir Yani?

Bu blog, bir kader ortaklığıdır. Bu blogun bir ayağı Londra'daysa, diğer ayağı İzmir'dedir. Bu blogun yüreğinin bir yanı İstanbul'da atıyorsa, yüreğinin diğer yanı Kiel'de atıyordur. Bu blog Kibariye'yi benimsediği kadar, Oxford'da da okumuştur. Bu blog "Gamzedeyim Deva Bulamam" şarkısını söylediği kadar, Karşıyaka için Mehter'i de söylemiştir.

Bu bloga adam olmaz da dediler, bu blogu disipline de verdiler ama bu blogu başkan da seçtiler. Bu blogu Hamburg'ta bara almadılar, bu bloga kızlar yüz vermediler, bu bloga İstanbul'da iş vermediler. Bu yüzden bu blog, biraz Çiçek Abbas'tır, biraz Yedi Bela Hüsnü'dür, biraz Şaban Erkök'tür ama en çok Türk Sanat Müziği aşkı ile Şakayla Karışık Sadri Alışık'tır.

Bu blog göçtür, gurbettir, sıladır, spordur, aşktır ve elbet yaşamdır.

31.12.2010

Hâlâ Hatırlanan Yılbaşı Performansları

Dünya dönüyor ve döndükçe de 2011'e yaklaşıyoruz. Ben sabit bir güne endeksli heyecanları geride bırakalı çok oldu, artık sene-i devriyeleri kendi takvimime göre ayarlıyorum. Elbette, biz biraz büyüdük diye, bizden daha genç olanların gelecek günlere dair heyecanlarını tazelemelerine itirazım olamaz. Fakat derler ki, "Hafıza-i beşer nisyan ile maluldür". Yani insan hafızası unutmakla tanınır. Hâlâ çok şey hatırlıyorum diyerek övünmenin de gereği yoktur, zira insan unuttuğunu hatırlar, geçmiş sandığına tepeleme fırlattığı yaşantıların gözünü alması ile aydınlandım zanneder. Yine de zararı yoktur. Beri yandan, insanın kendine temize çekmesidir hem unuttuğunu hatırlamak hem de sene-i devriyelerde bazı yüklerden kurtulmak. Gel gör ki, insan tasarımcıları onu bile kısıtlamak ister bazen. Bazıları popüler eğlenceye ters gitmek, Batı alerjisini yaygınlaştırmak ve bireyi kendine bağlamak için "Ne yapıyorsun?" sorusunu küfürle bezeyerek sorar. Böyle bir sorunun yanıtı mahcup bir şekilde kurulan uzun cümleler değildir, güvenerek ve bilerek ağızdan çıkan "Bırakın yaşayalım" cümlesidir. Doğrusu değil midir ki, kimse kimsenin yaşadığı çocukluğun bir aldatmaca ve yabancılaşma olduğunu öne süremez. Onlarsız olmaz dediğin ailen ile, canciğer arkadaşların ile veya -gülüşüne cihan değer- sevdiğin ile bir gecede biraz dertlerden kurtulmuş, biraz kendini temize çekmiş ve biraz da eğlenmiş oluvermenin aldattığı boş bir insansan da kime ne? Yılbaşı geceleri bu yüzden güzeldir. Takvimi terk eden sene için "Bu da böyle geçti kime ne?" diyebilmenin anonim türküsüdür. 2011'e saatler kala işte bu anonim türkünün Internet deryasındaki girdaplar imkan verdiği oranda hatırlayabildiğim ve bulabildiğim kısımları bu listededir. Adını özene bezene bir şeyler koymak istedim, Top 10 gibi En İyi En Unutulmaz gibi... Ama yakışan bir isim bulamadım, 2011'e girerken bu garip kulun hatırlayabildiği güzel yılbaşı eğlenceleri deyiverelim de listeye geçelim. Herkese Mutlu Yıllar!


Zeki Müren - Açmam Açamam






Bülent Ersoy - Dertleri Zevk Edindim






Kibariye & Sertab Erener - Sen Ağlama






Nesrin Topkapı - Oryantal Dans Gösterisi






Selami Şahin - Seninle Başım Dertte






İbrahim Tatlıses - Ada Sahilleri






Hande Yener & Müslüm Gürses - Paramparça






Sezen Aksu - Makber & İzmir'in Kızları & Harmandalı



Müzeyyen Senar - Feraye



Bu listede adını anamadıklarımıza da bir saygı duruşu yapalım:





29.12.2010

Belki Bir Gün Özlersin... Bence Özleme



Emre Aydın'ın ilk meşhur şarkılarından birisi "Belki Bir Gün Özlersin". Bunun ardından "Afilli Yalnızlık", "Bu Kez Anladım", "Sensiz İstanbul'a Düşmanım" gibi çok beğenilen şarkılarla rock müziğin en iyi isimlerinden biri haline geldi Türkiye'de. "Kağıt Evler" adındaki ikinci albümünde bulunan "Bu Yağmurlar" ve "Hoşçakal" şarkılarıyla başarısını devam ettirdi ancak ilginç bir üne de sahip oldu. Sürekli acılı, efkarlı, ayrılık şarkısı yapan adam oldu. Zaytung'da haberleri çıktı, "Emre Aydın artık sevdiği kıza açılsın" diye hareketler oluştu. Emre Aydın o şarkıları kime ya da kimlere yazıyor bilmiyorum ama kendisini biliyorum, üstelik iyi de bilmiyorum.

Birisi hakkında böyle keskin konuşmak istemem ama duyduğum bu şekildeyse ve güvendiğim bir kaynaksa ne diyebilirim ki. Gerçi daha önceden ünlü sayılabilecek birinin günahını almıştım kendimce. Birisinden bir şey duymadan sadece kendi gördüklerimle... Ünlü bir futbolcunun Facebook'ta kurucusu olduğu bir gruba rastladım "İzmirli kızların sadece elini tutacaksın" mı "İzmirli kızı sadece yanında dolaştıracaksın ciddi düşünmeyeceksin" mi o tarz bir isimle. Duvarına da yazılar yazmıştı grup adı gibi net hatırlayamadığım, özetle "güvenilmez, basit, namussuzlardır" temalı cümleler. O an acayip sinirlenmiştim o futbolcuya. Sen kimsin ki benim ailemi, arkadaşlarımı, hemşerilerimi kastedip seviyesiz laflar kullanacaksın. "İstediğin kadar sahada oyna, goller at, şampiyon ol, milli takıma gir bir şeyler yap seni asla affetmem bu ithamlarından" diyordum... Onun hikayesini öğrendim. Arkadaşlarım vasıtasıyla bu futbolcunun geçmişte yaşadığı ilişkisini dinledim. Çok sevdiği bir kız arkadaşı var, nişanlanıyorlar, evliliğe gidiyorlar. Evlilik oluyor mu olmuyor mu tam hatırlamıyorum ama kız oğlandan ayrılıyor ve başka biriyle beraber oluyor. Ve kız İzmirli. Bu yüzden ortaya genelleme atılıp kendince intikam almak için kinini kusuyor oğlan. Aslında o kızı ama gıyabında tüm İzmirli kızları aşağılıyor.

Bu olayı, onu buna sürükleyen şeyleri öğrenmem yaptıklarını affetmem anlamına gelmiyor ama nasıl bir psikolojiyle yaptığını anlamamı sağlıyor. Böyle bir durumda istersen kulüp başkanı ol, milli takım teknik direktörü ol istersen bakan ol başbakan ol hırsla, nefretle bir şeyleri gözardı edip tepki verebilirsin. Büyük potlar devirsen dahi sonrasında kendine geldiğinde samimiyetle af dilersen belki affedilebilirsin... O futbolcu için onu affedilebilecek duruma geldim, çünkü ona üzüldüm. Ama Emre Aydın'a olan fikrimin değişmesi için, şarkılarındaki acıklı haline üzülmem için şu an somut bir neden yok. Çünkü onun, bu acılı, romantik sözleri söyleyen kişinin, ilişkilerini yaşarken kendi yaptığı şeylerin çok adil, dürüst, onurlu olduğunu düşünmüyorum duyduğum şeylerden ötürü. Bunları burada söyleyecek değilim, sonuçta kesin olan bir şey değil, bana ve benim kaynağıma inanıp inanmamak da herkesin kendi takdiri. Sadece, o bu şarkıları yazarken ve söylerken şahsı adına bende bir acıma, üzülme ya da takdir etme duygusu oluşmadığını söylemek istiyorum "ulen adam ne acı çekmiş be, ne kadar sevmiş, helal olsun be!" gibi...

Bir de son olarak bu şarkının söylendiği kişiler var elbet, o da eğer bu şarkılar yazıldıktan, söylendikten sonra başka adamlarla başka şehirlerde olmalarının ardından bir özleme durumu mevzu bahis olursa, özlemesinler... Çünkü bu, o şarkıların yazılıp söylendiği, dile getirenler tarafından yaşandığı anlardan kesinlikle kendileri için daha kötü olacak ve yaşanacaktır...

27.12.2010

Hıncal Uluç Tarzı Yazılar Serisi #2



Galatasaray Kongresi ya da Galatasaray Kangreni!!!

Mart geldi çattı. Galatasaray'da kongre zamanı. Şu ana kadar sürekli eleştirlen Özhan Canaydın yönetimi bir ara Fenerbahçe'nin önüne geçince başarılı kabul edildi eleştiriler kesildi. Finalde Fenerbahçe karşısında kazanılan maçla Galatasaray'ın aldığı Türkiye Kupası ve Özhan Canaydın'ın dudaklarını yapıştırdığı madalya hâla gözümün önünde. Rakipleri her alanda geçmiş, kazandığı bir kupa sonucu madalyaya can simidi gibi asılıyor, astımlı hastanın ağzına tıkadığı sprey gibi yapıştırıyor dudaklarına, öyle nefes alıyor anca. Geçen sene 1-2 ay devam etti bu ferahlık ancak sonra yine fark ortaya çıktı ve kaybedilen lig şampiyonluğu, kaçırılan Avrupa treni, Anelka gibi bir transferin altında ezilme. O zaman eleştiriler vardı ancak rakip başkan adayı çıkmıyordu "Gelecek kongrede ben başkan olacağım, Galatasaray'ı bu durumdan kurtaracağım." diyen. Şimdi ise 6 aday var. Özhan Canaydın da biri. Vazgeçmedi. Basketbol ve voleybol branşlarında uğranılan hezimeti, basketbolda sponsor adında diğer kulüplerden daha kötü şartları kabul ettiğini, transfere milyonlar harcadığını, borçları büyüttüğünü, bir dolandırıcıya inanıp Türkiye'ye bu kulübü ve taraftarlarını rezil ettiğini unutmuşçasına.

Çok şeyler beklediğim, kendi başına liste çıkarıp yarışa katılsa gözü kapalı başkan seçileceğine inandığım Adnan Polat alt görevlerde yetineceğini açıkladı, hem de Özhan Canaydın'ın listesinde. Özhan Canaydın kişilik olarak müthiş bir insandır. Saf, temiz, centilmen. Zaten bunun ödülünü alırken daha çok eleştirilmesi akılda kalmıştı geçen senelerde. Ama Galatasaray başkanlığına uymuyor, yakışmıyor Özhan Canaydın. Bir de "Liseci"ler var ki... Galatasaray'ı ayrı bir organizma zannedip illa kendi okulu içinden yetişen birinin yöneteceğini düşünen "Liseci" zihniyet. Bugün Erzurum'dan çıkar bir aday Galatasaray'a başkan olur tarihinin en iyi dönemini yaşatır. Ama bu "Liseci" zihniyet hem gelmesine hem de kaza ile gelirse de başarıya ulaşmasına engel olur. Çünkü onlar için Galatasaray'ın başarısı ve Cim Bomluluk değil Galatasaraylılık önemlidir, Galatasaray ekolünden gelmek, bir yönle insanlardan üstün olmak.Kişiliklerini böyle bulmuşlardır çünkü, hayatları boyunca o okul mezunu olmak onları bir yerlere getirmiştir ve bu zehri büyütmek beslemek şimdi onların kutsal görevidir.

6 aday, karışık kafalar, sabit fikirli "Liseci"ler, başarısız ve tekrar göreve talip bir yönetim. 5 sene öncesine kadar Türkiye'ye en büyük gururu yaşatan Galatasaray şimdi Avrupa arenasından uzak, borçlar içinde viran halde yeni yönetimini seçiyor...

26.12.2010

Güzel İzmir Güzel Türkiye: Kendimizi mi Kandırıyoruz?

Hüseyin Çelik İzmir hakkında bazı sözler etti. Bu sözlerin ajanslar tarafından haberleştirilmesini takiben açıklamaların sahibine tepkiler yağdı. Bu tepkilerin çoğunun İzmir güzellemelerinden oluşmasının yetersizliği bir tarafa, o toplantı sırasında Hüseyin Çelik'e verilen tepkinin bilinmezliği de Türkiye'deki tartışma kültürünün vasatlığını gösteriyor. Türkiye'deki tartışmalar genelde şöyle oluyor: Birileri kâh yetkili ve bilgili kâh yetkisiz ve bilgisiz olsun herhangi bir konu hakkında açıklamalarda bulunuyor, hemen ardından bu açıklamaların ilgi çeken yanları haberleştirilip servis ediliyor, anlama kaygısı güdülmeden de bilindik yanıtlar bilindik ölçütler ile dolaşıma sokuluyor ve nihayet dolaşımda popülerleşmiş ve sloganlaşmış sözler de diğer tartışmalarda kullanılan cümleler gibi söz çöplüğüne gönderiliyor. Sonrası ise unutkanlık.

Madem bu sözlerin İzmir arabeski yapılarak verilen yanıtlardan öte bir analizi yapılmadı, madem bu sözlerin sarf edildiği toplantıda verilen yanıtları haberleşmedi ya da o toplantıda yanıt verilmeye cesaret edilemedi ve madem bu sözler yaşamı öğrendiğim İzmir'i incitiyor o halde sözlere gelelim. Hüseyin Çelik'in İzmir üzerine sarf ettiği sözlerinin asıl tepki çeken kısmı şuydu: "Pırıl pırıl nur topu gibi bir çocuk ama burnu akmış kir pas içinde. Yüzünü, gözünü temizlediğiniz zaman güzelliği ortaya çıkar.". Anlaşıldığı gibi Hüseyin Çelik'in zihninde İzmir bu haliyle sümüklü bir çocuk. Çelik'in fikirlerini çirkin sözlerle özetlemesi hoş değil. Fakat İzmir, okulun ince bıyıklı ve takıntılı müdürünün sabah sıralar halinde okula giren öğrenciler arasından azarlamak için çekip aldığı sümüklü bir çocuk ise bu iyiye bile işarettir denebilir. Sümüksüz çocuklar isteyen, tek tipe sıkıştırılmış ve kirlenmesi yasaklanmış çocukları öven bir okul müdürünün sümüklü çocuğu azarlaması, içinden o sümüklü çocuğun temizlenip paklansa ne kadar da diğer uslu ve zengin çocuklara benzeyeceğini geçirmesi sümüklü çocuğun sümüklerinin akmasının çaresi değil. Ancak unutmamak gerekli ki bu azar o çocuğun ne gözlerine işlemiş güzelliğini bozar ne de yakın çevresi tarafından biricikleştirilmesini engeller. Hatta sümüklü çocuk, eğer üstünü başını bilerek pislemediyse, diğer çocuklardan sümük farkıyla büyüktür, olgundur ve hayatı daha iyi bilendir. Ne yazık bu olgunluk ve bilgelik, çok sattığından olacak İzmir konulu köşe yazılarına kadar ulaşamıyor. Sümüklü çocuğun ailesi, sümüklü çocuğun kuytu kalan odasından iyice uzakta yaşadığından olacak verilen yanıtlar çoğunlukla beylik sözlerdi. Azarlama ayyuka çıkınca nağmeli yaygara basmak, sümüklü çocuğu diğer çocuklardan biraz daha yabancılaştırmak da sümüklü çocuğun sümüklerinin akmasının çaresi değil.

Tüm bunların yanında daha dikkat çekici bulduğum nokta Çelik'in açıklamalarındaki "temizleme" kısmıdır. Adalet ve Kalkınma Partisi, Türkiye'nin dört bir yanında kendi şehirlerini, kendi gençlerini, kendi üniversitelerini ve kendi girişimcilerini yaratmak istiyor. Bu tasarıların hayata geçirilmesi için oluşturulmuş ya da AKP düşüncesine göre yeniden işlev kazandırılmış araçlardan bir tanesi TOKİ'dir, bir başkası yeni YÖK ve ÖSYM'dir, diğerleri de yeniden yapılandırılan Diyanet'tir, yargı kurumlarıdır vesaire. TOKİ, toplu konut ile başlayan şehir düzleme ve düzenleme çalışmalarına, garibana bağlanan zorunlu kredi ve geri ödemelerinden olacak, diğer yapı ve yerleşke inşaları ile devam ediyor. Gözümde her kesime uygun projeler ile site yaşamını özendiren ve "öteki" vatandaşı uzaklaştıran bir kurumdur. "Temizleme" vurgusu, açıklamaların devamında gelen gecekondu sayısı ile bağlanıyor. İzmir'de kentsel dönüşümün tam olarak sağlanamadığı ve TOKİ projelerine rağbet olmadığı söylenmek isteniyor. "Burun akması" diye tabir edilen pisliğin bir kısmı İzmir'in gecekondu mahallelerinde yaşayan vatandaşlar olarak gösteriliyor. Çelik'e göre pisliğin diğer kısmı ise İzmir'de devamlı yargı kararları ile muhatap olan gökdelen projelerinden, yani aslında sayıları artık pek az kalan İzmirli çevrecilerden geliyor. Bu pisliğin(!) içinde irdelemek istediğim nokta, gecekondu tanımı. Gecekondu, iç göçe mecbur kalmış fakir vatandaşın sağlıksız koşullarda inşa ettiği yuvasıdır. Bu yuva, yıllar içinde sömürülen bir oy deposu, kiralanan bir rant kalemi ve ötekileşen bir semt olmuştur. Bu "oluş", sadece gecekonduda oturan vatandaşın hüneri değildir. Beri yandan, İzmir'de gecekondu gibi dikilen binlerce apartman ve otel şehrin tarihi dokusunun canına okurken, İzmir'in gecekondularını TOKİ projelerine ilgi göstermediler diye sümük ilan etmek kadar, bu yanlış tanıma ve yargıya verilen yanıtlarda "Gecekonduları gerçek İzmirliler yapmadı, göçmenler yaptı" demek de o derece saçmalıktır. Zira Kordon evlerini, Körfez manzarasını bırakıp gitmeyen İzmirliler de Kordonboyu'na, Güzelyalı'ya ve Karşıyaka Yalısı'na apartmanları dikiverdiler. Örnek mi? Atatürk'ün evrenselliğini vurgulamak için sıklıkla başvurulan Yunan Bayrağı'nı yerden kaldırtma olayının vuku bulduğu köşkü yıkıp apartman dikenlere bakın. Dahası Kordon'da ayakta kalan tarihi köşklere bakın "Yunan Konsolosluğu", "Alman Konsolosluğu Eski Binası" ve "Atatürk Müzesi". Gerisi ne mi? Apartman ve Orduevi. Şimdi tekrar sormak gerekir: Gecekondu nedir ve kimler tarafından dikilir? Gökdelenlere ve İzmir'de boş kalan temel çukurlarına gelince, benim düşünceme göre bunların varlığı ve eksikliği bir şehrin ekonomik gelişmesinin doğrudan göstergesi olamaz. Şehirde oluşan potansiyelin doğru tasarılar ile kullanılması başka bir şey, oluşan ve oluşacak potansiyele bakmadan hayalet devler yaratmak başka bir şey. Kaldı ki, İzmir'in öncelikli sorunları şehir içi metro, liman ve kuzeydeki sanayi kentlerine olan otoyol bağlantısıdır.

Sonuç olarak Çelik'in sözleri çirkin ve önyargılı. Fakat bu sözlerin bizi içine çektiği tartışma -atışma da denebilir- doğru tartışma değil. Şehirciliğin can çekiştiği bir ülkede, farklı şehir belediyelerinin ve kurumlarının çalışmalarını ve uygulamalarını ekonomik canlılık ve hükümete yakınlık ölçüleri ile değerlendirmek fuzuli bir ayrıştırıcılığa ve ihtiraslı bir yarıştırmacılığa hizmet eder. Kaç kentimizin kendine ait bir yaşama kültürü, tarihi alanı ve kendine has çağdaş mimarisi var? Her yıl en az orta büyüklükte bir Anadolu kenti kadar göç alan İstanbul'a bu kadar insanla birlikte katılan kültür ve yeni ifade biçimleri nelerdir? Tarih boyunca Akdeniz çanağında kurulan uygarlıklardan neredeyse eşit oranda nasibi almış İtalya ve Türkiye'nin Unesco Dünya Mirası Listesi'ne alınan tarihi eserlerinin ve doğal güzelliklerinin arasındaki devasa fark neden bu kadar büyüktür? Yalnızca İzmir'in iki ucunda değil tüm Türkiye'de yaşanan doğa ve tarih katliamlarına karşı dünya çapında ses getiren bir eylem yapılmış mıdır? İzmir için ise, İzmir'de yaşayanlar ve İzmir'i çok sevenler olarak Bayraklı'da biçilen ormana ses çıkarabildik mi, "Allianoi yok" diyenlere doyurucu bir yanıt verebildik mi, Seferihisar'daki balık çiftlikleri durdurulabildi mi, Kültürpark'taki yeraltı otoparkının sonuçlarının takipçisi olabildik mi? Yoksa ola ola sadece köşe yazısı romantiği mi olduk?

23.12.2010

Bir günde her şeyden biraz

" Canary Wharf, London "


Saat 7.30. Cep telefonumun o insanı ölesiye rahatsız eden melodisiyle uyanıyorum. Uyanıyorum ama gözlerimi açmıyorum tabi hemen. Kızıyorum kendime içimden, hala o melodiyi neden değiştirmedim diye. Zamanım olmadığından da değil ha, uğraştım aslında birkaç kez ama beceremedim.

Biraz etrafımda dönüp yorganımla boğuşuyorum. Normalde hava soğuk olduğunda çıkamam yataktan, gömülürüm yorganın içine uzun süre ama odanın yine hamam gibi olduğunu fark edip itiyorum yorganı bir köşeye. El yordamıyla kafamın üç santim ötesindeki kaloriferi vanasından kapatıyorum. Az da olsa bu hareketlilik ister istemez açıyor tabi uykumu. Bir gözümü açıp camdan dışarı bakıyorum. Tatsız, renksiz bir gökyüzünün altındaki parkı görüyorum önümde. Kaç gündür neşeli uyanmamı sağlayan güneşli park imajı birden siliniyor tabi hafızamdan. Yerlere bakıyorum, ıslak ıslak her yer. Yüzümü buruşturup doğruluyorum. Yarım açık gözlerle duvar dibindeki piyanoyu ve yanındaki gitarı görüp nerde olduğu hatırlıyorum. Hiçbirini çalabilecek yeteneğe sahip olmayan biri için garip aksesuarlar biraz tabi. Muhtemelen kalıp kalabileceğim en ilginç evdeyim hala. Pembenin en pembe tonlarıyla kaplanmış duvarlara sahip, minik beyaz sandalyeleri olan yatak odası mı ararsınız, pencerelerinden içeri sincapların sıçramaya çalıştığı oturma odası mı, duşsuz tas sistemiyle yıkanılan küvet mi? Hepsi var. Dahası da var hatta. Bu İngilizlerin çift musluk sisteminden ne kadar kaçtıysam daha da üstüme geliyor sanki. Evde sıcak ve soğuk suyu karıştırıp verebilen tek bir musluk dahi yok. Eleştirmiyorum ama artık. Madem millet olarak bunu seviyorsunuz, alışacağız elbet.

Az da olsa sabahları biraz daha zaman kazanmak adına kendimi zorla alıştırdığım mısır gevreklerini bir çırpıda yiyip, hazırlanıp çıkıyorum hemen. Kapıyı açar açmaz buz gibi kış havası vuruyor yüzüme. Hani içinize çekince hem kendinize getirir, hem de biraz üşütür ya, öyle bir hava işte. Şöyle bir bakıyorum Canary Wharf’a doğru evlerin dış kapılarını bağlayan ortak balkondan. Devasa şirketlerin fiziksel olarak neye benzediğini merak edenlerin mutlaka görmesi gereken bir yer. Namı değer Londra finans merkezi. Parlak ve yüksek binaları, takım elbiseden başka giyecek bir şey yokmuşçasına giyinen insanları ve haftaiçi bankacılarla tıklım tıklım olan, haftasonu ise bomboş olan publarıyla meşhur bir bölge. Metrosu bile ayrı. Şaşırmıştım ilk başta tüm Londra metro çalışanları grev yaparken Canary Wharf metrosu niye çalışıyor, enayi mi bunlar diye. Gerçeği bir sabah önümden bir trenin tamamı geçince anladım. Önce ön camından uykulu uykulu bakan insanlarla dolu ilk vagon geçti, sıkış tepiş olan ara vagonlar geçti sonra, en sonunda da arka camından uykulu uykulu bakan başka insanlarla dolu vagon. Hani ya, treni kim kullanıyor diye birden kendine geliyor insan tabi. Tamamen otomatikmiş meğerse burdaki trenler, oyuncak tren misali.

Birkaç kişi hızlı adımlarla geçiyor balkonun altından. Şemsiye taşımayı kendimi bildim bileli sevmediğimden kandırmaya çalışıyorum kendimi. Çok da yağmıyor diyorum, zaten iki adımlık yer. Ama yok, yemiyor tabi. Şakır şakır yağmur, nereye şemsiyesiz çıkıyorsun. Şakaklarımdan sular süzüle süzüle ofise girdiğim görüntüyü hayal ediyorum. Yok olmayacak bu iş. Dönüp bir hafta önce ev arkadaşımın bıraktığı şemsiyeyi alıyorum dolaptan. Sormuştum bir keresinde neden aynı şemsiyeden on tane aldın diye. Otelden bedava veriyorlar demişti, her İspanyol gibi kesik kesik konuşarak. Zaten bir iki kullanınca bozuluyor, iyi oluyor böyle diye de eklemişti gülerek. Sonrasında da al senin olsun demişti birkaç tanesini verip.

İyi çocuktu şimdi, hakkını yememek lazım. Bir hafta kaldık aynı evde topu topu ama ne yeraltı gazinolarında rulet masalarına bahis yatırmadığımız kaldı, ne otellerin arka odalarında yirmi kişiyle kart oynamadığımız. Hem sevdim hem de takdir ettim çok. Daha on dokuz yaşında kendini atmış İngiltere’ye İspanya’dan. Ne üniversite, ne baba parası. Kendi kendine para biriktirip gelmiş, bir otelde kapı görevlisi olarak çalışamaya başlamış. Bir şehri yaşamak istiyorsan gezmekle olmaz, orada çalışacaksın demişti ilk konuştuğumuzda. İngiltere’yi bitirmiş şimdilik. Birkaç ay sonra Japonya’ya gidecekmiş. Belki bir restoranda balık pişiririm, belki evlere temizliğe giderim ama Japonya’yı illaki göreceğim diye de eklemişti. “Vize problemi yok gezer tabi” ve “AB’de olunca üniversitede okumaya pek gerek kalmıyor zaten” gibi türlü türlü bahaneler geçti aklımdan ama hiçbiri bu duruma oturmadı. Yok ne dersen de arkadaş, takdire şayan bir karakter.

21.12.2010

Nazar Eyle



Dost ve kardeş ülke Pakistan'ın en sonunda bir dostluğunu ve kardeşliğini gördüm. Barış Manço'ya da sevgilerimizi gönderelim tabî.

16.12.2010

Hıncal Uluç Tarzı Yazılar Serisi #1

Son yazımda "Trafik" etiketi koyunca kendimi bir an Hıncal Uluç gibi hissettim. Biliyorsunuz kendisi her alanda olduğu gibi özellikle İstanbul'daki olmak üzere trafik konusunda epey yazar. Ben onun gibi direk plaka vermedim ya da birini göreve çağırmadım ama geçmişte bu tarzda yazdığım yazılar aklıma geldi. Hangi tarz mı? Hıncal Uluç tarzı tabii ki :) Msn Space'ime gittim ve geçmişte yazmış olduğum Hıncal Uluç emitasyonu yazılara göz gezdirdim ve sizlerle burda o yazıları paylaşmaya karar verdim. İşte ilk yazım. Direk hedef göstermişim plaka vermişim, o zamanlar arkadaşımın arabasıydı ama arabası değişti plakası ne oldu bilmiyorum, o yüzden kapatarak yazıyorum. Buyrun...

35 HK xxx!!!!!!

Güneşli bir günde Ege Üniversitesi'nin ücretsiz 525 nolu hatlı otobüsleriyle kampüs içinde bir yere gidiyordum işim dolayısıyla ama gördüklerim karşısında dondum kaldım. Odak Kafe var gençlerin uğradığı, ders aralarında kimisi, kimisi ise dersi de olsa orada. Yanında da basketbol potaları. Senin benim vergilerimle yapılmış, gençlerin bu yaşta tehlikeli belalı alışkanlıklar kazanmaması için üniversite ve devlet tarafından spora yönelmeleri için oraya dikilmiş potalar. Ama gel gör ki bir araba oraya, tam da potaların altına, yüksek post dediğimiz yere yakın park etmiş. Ne için?Belki 2 adım daha az yürümek, belki Odak Kafe'deki ders zamanı bulunan arkadaşlarına hava atmak belki de sırf kendi orada oynayıp eğlenemiyor diye oynayanlara gıcıklık için. Ama benim, eğlencesi belki de tek sosyal aktivitesi o potada basketbol oynamak olan Anadolu'dan okumaya gelmiş saf delikanlı gençlerim ne yapıyor? Ne bir lastik indirme ne bir kapıya çizik ne de inadına orda oynayıp topu cama atıp patlatmıyor. Ne de olsa sporcunun ahlâklası sevilir. Bu şehrin trafik amiri nerde, 50. yılını geçen sene geride bırakmış Ege Üniversitesi'nin rektörü sevgili arkadaşım Ülkü Bayındır nerde???
Ülkü'yle dostluğumuz eskiye dayanır hatta ilginçtir yine bir basketbol potası, yer bizim Mülkiye'nin bahçesi. O zamanlar en gözde spor basketbol Mülkiye'de. Öğlen tatili oldu mu gençler bahçeye çıkar, kızlar sahanın kenarındaki tellerin ardında upuzun oğlanların sayılarını çılgınca alkışlıyorlardı. Biz de Ülkü'yle kızların alkışlarından da etkilenerek daha da hırslandık. Tam 3'lüğü atacağım zaman Ülkü öyle bir zıpladı ki bana bloğu koyduktan sonra tellere yapıştı. İşte güzel dostluğumuz o günlerde yine bu güzel spor sayesinde başladı. Şimdi de nice dostluk başlatacaktır. Ama bu hak gaspedenlerin de önüne geçilmesi gerekir. Yoksa nice genç başka yollara sapıp memleketin başına asalak olarak biter. Sorumlu herkes, derhal göreve!!!


Tek Farını Parlatan Uyanıklar

Sürücülük hayatım boyunca tek trafik cezamı 2 sene önce Bostanlı yalısında aldım. İhlalim kırmızı ışıkta geçmek değildi, hız sınırını aşmak da. Yediğim portakallar alkol sınırına dayanmama yetmez zaten. Sebep sis farlarımın açık olmasıydı...
Arabanın kısa farlarında arıza vardı ve gereğinden parlak yanıyorlardı. Hatta birkaç gün öncesinde Bodrum dönüşü otobanda bir arabayla neredeyse sırf bu yüzden kavga edecektik. Adamın arkasındayken farımdan rahatsız olmuştu ve haklı olarak rahatsızlığını belirtmek için dörtlülerini yakmıştı, ben de selektör yaparak uzunlarımın değil kısalarımın açık olduğunu anlatmaya çalıştım, ama adam gurur meselesi yapıp yavaşlayıp arkama geçti ve uzunlarını yakıp kendi çapında öç almaya çalıştı. Devam edip bunu bir döngü haline getirseydim işin sonu iyi olmayacaktı, zaten kusurluydum bu yüzden dikiz aynamı kaldırıp yola devam ettim.

İzmir'e geldiğimde arabayı servise hemen götüremediğim için bir akşam idare etmem gerekti. Annemle beraber anneannemin evinden dönerken uzun gibi yanan kısalarım yerine parklarımı ve ön sis farlarını yaktım. Bostanlı pazar yerinin önüne kurulu trafik ekibi arabamızı durdurdu. "Sis farını normal havada yakmak yasak" dedi memur bey. Ben de yakmak zorunda kaldığımı, çünkü kısalarımda arıza olduğunu, yaksam sis farından daha çok göz alacağını söyledim. Yolu zaten şehir ışıkları aydınlatıyordu, diğer araçların da beni farketmesi için zorunluluktan sis farlarımı yakmıştım. Ama trafik polisi arabayı tamire götürseydiniz, kullanmasaydınız diyordu. Arızanın daha yeni olduğunu, götürmeye vaktim olmadığını söyledim-burada kendimi haklı görmüyorum elbette, sadece yanımızda aynı bizim gibi sis farı yaktığı için durdurulan apaçilerle aynı kefede olmadığımı anlatmaya çalışıyordum polise- kendisi bir kere durduğunu ya da bir kere görüntünün kaydedildiğini ceza yazmadan bırakamayacağı tarzında bir şeyler söyledi. Ben de yıllardır artistlik olsun diye sis farlarını yaktıkları için kızdığım kişiler gibi kırk yılın başında bir defa o da zorunluluktan yaktığım sis farı yüzünden ceza yediğimden, ehliyet aldığım günden beri kurallara saygılı, idealist bir şoförken, boş yolda şerit değiştirirken bile sinyal verme alışkanlığına sahipken bundan sonra kontrol olmadığı takdirde sonuna kadar kendi menfaatim için kuralları çiğnemeye karar verdim. Çünkü cezalarda, uygulamalarda, kontrollerde bir standart yokken, şimdiye kadar herkesin yaptığı yanına kâr kalırken benim o durumda ceza yemem, kızdığım kişilerle hak etmediğim şekilde aynı kefede olmak beni çok rahatsız etti.

Şu an halen sis farlarını yakarak dolaşan, bangır bangır müziğini bize dinleterek rahatsız eden, dönülmezden dönen girilmezden girenleri görünce rahatsız olmakta ne kadar haklı olduğumu görüyorum. Bu ihlallerden sade vatandaş rahatsız olur ama müdahale etmez, polise bırakır. Ama söz konusu uzunları yakmak olduğu zaman mutlaka tepki verir benim otoyolda yaşadığım olay gibi. Ancak son zamanlarda trafikteki parlak zekalar tek farlarını parlatarak bu olaydan yırtmaya çalışıyor.

Karşıdan gelirken ya da arkanızda seyrederken fark edersiniz ki aracın bir farı normal yanıyor diğeri daha parlak. Bunu gidip sanayide tanıdık oto tamircilerine yaptırıyor olmalılar. Yolu daha iyi görmek için gidip bozuk gözlerini muayene ettirip gözlük takmak yerine yolu daha fazla aydınlatmak için bir farın ayarını değiştirip açıyorlar, başka sürücüleri rahatsız etmek pahasına. İşte tam bizim halka özgü bencilce şark kurnazı bir hareket. Karşıdan gelirken gözünüzü aldığı için selektör yapıyorsunuz, onlar da "asıl uzunlarım bunlar bak" diye selektör yapıyorlar. Küçük beyinleriyle bana cevap verdiğini sanan kendini akıllı sananlara "ulen gerizekalı bunlar senin kısalarınsa biri niye daha parlak, normal yanan mı arızalı, sönük olmasa da o da diğeri gibi parlak yansa uzunlarını yakınca stadyum mu aydınlatıcaksın lavuk!" diyorum ve açıyorum uzunlarımı. O da "anlamadı hıyar" diyip kendi çapında sinirlenip açıyor uzunlarını. Benim gözüm öyle ya da böyle zaten rahatsız, en azından kendi cezamı veriyorum onun da gözünü alıyorum.

Yollarda herkes herkese cezayı kendisi kesiyor. Kimi benim gibi geçici, kısmen rahatsız edici kimisi torpidosundan silah çıkartıcı can alıcı... Bunun sorumlusu ya da düzelticisi kimdir? Ona bir şey demeyelim de sürekli, standart, adil denetimleri yapıp caydırıcı yaptırımlar vermesi gereken kesinlikle trafik polisidir. Yoksa trafikte herkes birbirine ceza kesmeye, yakalanana kadar hatta devamında bile kuralları çiğnemeye devam eder.

7.12.2010

Mavişehir Ayıları

Belki ağır bir başlık olmuştur ama öyle anlar yaşıyorum ki bu başlığın ötesinde tepkiler verebiliyorum. Yaşadığım yerde, evimde, sokakta, arabamda öyle olaylarla karşılaşıyorum ki sövmemek elde değil. Eskiden, başlarda şaşırıyordum "nasıl böyle bir şey olabilir" diye, artık alıştım sanırım, küfredip geçiyorum olayı gerçekleştirene de engel olmayan yöneticilere de.

İlk örnek salon önü apaçilerinden. Bu gençler müthiş(!) otomobilleriyle gelirler yolu bi değişik, daha kaygan daha parlak olan spor salonunun önüne, döner de dönerler. Arabaları 20-30 metre hızlandırıp ondan sonra keskin bir hareketle U çekerler. Tabi o sırada hayvan gibi ses çıkar, bütün Mavişehir cıyak cıyak lastik sesi gürül gürül motor sesi çeker gecenin bi yarısı. Bu bir iki defa olmaz, sürekli gerçekleşir. 1-2 dakika da sürmez, 10'a kadar çıkan araba sayısıyla araba başına 1,5 ayı düşçek şekilde 15 apaçi 15-20 dakika orda her türlü ayılığı yaparken ne güvenlik engelleyebilir(zaten çok fazla bi yetkileri yok) ne de polis gelir. Bunları heveslerini aldıktan sonra dağılırlar. Evindeki yüzlerce insan sonunda gittiler der, durum böyledir...




Başka bir örnek Ege Park'ın çevresinde akan trafikte sorumsuzca hareket eden, hatta etmeyen abidik gubidik yerlere araçlarını parkedip giden insanlardır. Bunlar çok bencillerdir, "benim işim olsun da diğerleri isterse geçmek için 5 dakika beklesin" diyebilirler. 4 aracın geçebileceği yolda bir tarafı Ege Park yan girişi olmak üzere 2 kaldırım kenarı arabalarla doluyken geri kalan gidiş geliş yollarından birine arabalarını bırakmaktan hiç mi hiç çekinmezler. Başkaları umurlarında değildir. Kaba etlerini kaldırıp 50 metre ilerde park yeri bulmaya tenezzül etmezler. Ve ilginçtir şimdiye kadar bu sebepten hiçbir tartışma, kavgaya denk gelmedim. Bir gün ilkini ben çıkarabilirim çok acil bir işime yetişmeye çalışırken böyle bir bencille karşılaşırsam.

Bunlar hep dışardan gelenler midir, elbette değildir. Mavişehir'in kendi sakinleri de kimi zaman ayılık yapmaktadır düşüncesizce hareketleriyle. Bilmiyorum artık dışardan gelenlere çözüm bulamamanın verdiği sinirle mi vurdumduymaz oldular yoksa hep mi böyleydiler, hani internette rastlarsınız ya arada "x'teki inanılmaz mantık hatası" diye yazılara, bu arkadaşların yaptıkları da "böyle mantıksız saçma iş olur mu" dedirten türdendir. Ege Park'ın yan tarafındaki mavi bloğun (Mavişehir'i bilenler için söylüyorum Pamukkale 7) önüne araçlar genelde kaldırıma paralel parkeder. Bloğun yanındaki pembe bloğa doğru kalan kısmında ise yoldan içeri doğru alan arttığı için burada araçlar dikine parkedip yerden tasarruf ederler. Yalnız bu paralel ve dikine parkların kesiştiği yer içeri giren alanın azaldığı yerde olması gerekirken dikine parkeden son araç bloğun ortasına yakın, araç yoluna mesafenin en az olduğu yerdedir. Yani bu dikine parkeden araç gidiş geliş halindeki yolun bi şeridini kapar! Geçecek araçlar sırayla geçerler. Ve bu saçmalık hep böyle devam eder. Ne toplu yönetim buna bir çare bulur ne trafik polisi bunu önemser.
Bir de güvenlik site içindeki yolların köşelerine kendi çizdiği, oraya parkedilmesinin yasak olduğunu gösteren sarı çizgilerin üstüne gözlerinin önünde parkedenlere hiçbir şey demez. Siz siteden dışarı çıkarken yolu görmek için köşelerdeki görüşü engelleyen arabaları da geçmeye çalışırsınız, zaten arabanın yarısı yola çıkmıştır, yoldan gelen ve sizin görmediğiniz bir araç ya kornaya asılır ya da durmak zorunda kalır.

Bu mantık hataları, bencillikler, sorumsuzluklar, ayılıklar hep devam eder, kimse hesap sormaz çözmeye çalışmaz. Biz de ilk başta şaşırır sonra kanıksar ama sinirlenmeye devam ederiz. Kim bilir belki sonunda biz de yapmaya başlarız. Ülkede her şey bu süreçte ilerlemiyor mu zaten?

6.12.2010

Türkiye'nin En İyi Futbol Spikeri

Özellikle Ekşi Sözlük'te çok tartışılan bir konudur futbol spikerleri. Sözlüğün evrimi sırasında naklen entry girişleriyle o an yayınlanmakta olan dizi, maç, yarışma, talk show'lardan haberdar olmaya başladı bilgisayar başındaki diğer sözlük okuyucuları. Maçlar anlatıldı anbean. "fenerbahçe tuncay'la öne geçti", "an itibariyle galatasaray'ın milan kalesine baskısı had safhada", "ender gelişen osasuna atakları'yla real madrid yıkılıyor" entrylerinin yanında bir süre sonra maçı anlatan spikerin kurduğu yanlış cümleler, ettiği değişik telafuzlar canlı maç anlatımı kalıplarının dışına çıkıp espri kaygılı entryler girilmesine sebep oldu. Bu öyle çok tuttu ki her gelen spikere laf sallamaya başladı. İlk kurbanlar herkesin açık kanalda izleyebildiği maçların spikerleri oldu. Star'ın Şampiyonlar Ligi maçlarını sunan Sabri Ugan, Ertem Şener bunların başında gelir. Tamam onlar da değişik anlatımlarıyla, Ekşi Sözlük'ten aldıkları bilgileri kaynak göstermeden canlı yayında kullanmalarıyla eleştirilebilirdi ama "spiker yüzünden mute tuşuna basıp izlediğim maç" nedir ya? Bir spiker senin bütün maç atmosferini dinlemene engel olcak şekilde ne yapabilir ki? Tribün sesini de kurban eder misin gerçekten spiker ekstradan bilgiler veriyor ya da yorumcu futbolcu isimlerini yanlış telafuz ediyor diye?

Bu eleştiriler, yerden yere vurmalar, beğenmezlikler devam etti hızla, artarak. Artık maçtaki pozisyonlardan çok spikerin söyledikleri daha önemli oldu, yapılan yanlışı en kısa zamanda ilk olarak sözlüğe taşımak, şukelaları toplamak... Sözlükteki duyarlı vatandaşlar bir süre sonra sordular, belki de sözlük jargonuna yerleşmiş bir kalıpla: "sabri kötü, ertem kötü, ilker kötü... kim iyi ulan it?"
Hemen birilerinin övülmesi gerekiyordu, "İşte Premier Lig bu!" Murat Kosova, yine diğerlerine göre biraz daha oturaklı, Avrupa'dan futbol hakkında bilgili bir diğer NTV spikeri Okay Karacan... Sonra onlar da eleştirilir oldu. "sadece formula 1 sunsun", "baskette daha kötü/iyi", "fazla abartıyor".

Peki gerçekten iyi olan kim, herkesin hemfikir olduğu isim? Türkiye'nin, futbol maçlarını en iyi anlatan spikeri kim? Bu konuyla ilgili bir sonraki yazımda buna cevap verelim.


2.12.2010

Haydarpaşa Garı

RSS okuyucumda "Tarihi Gar Yanıyor" başlığını görünce, herhalde gelişmemiş ülkelerin herhangi birisinde içler acısı bir felaket daha yaşanıyor diye düşündüm. Öyle bir ülke ki bu ülkeye, sömürge yıllarından elinde kala kala ancak bir kaç tarihi eseri kalmış, insanlarının kuşaklar boyunca aynı şehrin aynı sokak ve binalarında farklı anılar biriktirme hakkı dahi vasatlık ve açgözlülük sayesinde yok edilmiş, çağdaşlık getirmek için öncelikle geçmiş ile olan bağları kesilmiş ve elbette eğitimsizlik ucuz iş gücü ve uysal kamuoyu sağladığı için baştacı edilmiş bir toprak parçasında eşitlik ve özgürlüğü boşverip yol alan, asfalta ve apartman dikmeye odaklanmış bir ihtiras tramvayı da denebilirdi. Büyük olasılıkla, egemen olduğu coğrafyaya en büyük haksızlıkları yine kendi hezeyanları ile yapan ve sahip olduğu geçmişe en büyük hainlikleri yapanlara son bir vatanseverlik sığınağı veren garip bir ülkeydi. Öyle ülkelerde çevreyi, doğayı ve kültür mirasını korumak, baraj bekleyen ovaların, altın bekleyen gerdanların ve rant bekleyen avuçların yanında çok entel işi olarak görülüyordu, zaten gelişmeyi ve değişmeyi de engelleyen bu çok konuşan entellerdi. Her şey böyleydi fakat öte yandan, bu ülkede insan yaşamı veya önem arzeden binalarda sırf önemli belgeleri kurtarmak için gerekli olan en basit önlemleri içeren bir yangın talimatı ve bir yangın uyarı sistemi de mi yoktu? Bunu sorgulamama gerek kalmadan, Internet benden hızlı davrandı ve bağlantı sayfası ekranımda açılıverdi: Haydarpaşa Garı yanıyordu.

Diyecek söz bulamadım.


30.11.2010

Menejerlik Geçmişim

İlk kez bir bilgisayara sahip olduğum zamandan beri oyun alırken genelde spor oyunlarını tercih ediyorum. O yıllar FIFA ve NBA serileri tercihimdi. 2000-2001-2002 derken dünyanın genç erkeklerine en büyük cezalarından biri olan menejerlik oyunlarıyla tanıştım. CDsiz oynanabilen Championship Manager 2000-2001 oyunu lisede elden ele dolaşıyordu. Sıra bekliyoduk diğer arkadaş yüklesin de alalım diye. Hatta yanlış hatırlamıyorsam CD Taha'nındı, Erdal'ın Gaziemir servisinden arkadaşı. O hastalık 4-5 sene her sezon yeni oyunu alıp oynamama sebep oldu. Bir dönem sonra yeni oyunları sevmemeye eski oyun kayıtlarımı bırakamamaya başladım. 2000-2001'den Romalı kaydım, 2001-2002'deki Real Sociedadlı, Fenerbahçeli kayıtlarım, 2003-2004'teki ve şimdiye kadar en çok zamanımı harcadığım Sampdorialı kaydım... Bunlara epey vakit sadık kaldım.

2006 da yükledim ııııh dedim, 2007'ye de baktım gerek yok dedim. 2008'i İbrahim'den aldım bi sene sonra, oynamaya başladım. Transfer ve felsefe takımları Lyon, Porto ve Ajax'ı aynı oyun içinde aldım, yavaş ve sabırlı bi şekilde gerçek hayattaki gibi olma hayaliyle oynadım. Yazın geçirdiğim diyet günlerinde en büyük yardımcım FM 2008'di ama o bana ihanet etti ve sürekli olarak hata verip oyundan çıkmaya başladı. Ardarda 3 tane değişik zamanlarda kaydettiğim kayıtlardan hiçbirini kurtaramadım ve oyundan soğuyup uzaklaştım. Birkaç ay sonra askere gidene kadar yine 2003-2004'ü açıp Samdoria'nın 2017'deki gençleriyle ilgilendim.

2010 yılında ilk kez çoooook eskide kalan 2001-2002'yi oynadım, sadece yazıları takip etmek bile bu saatten sonra yine heyecanlı geldi. Ama geçici hevesti, o beni terketmeden ben onu terkettim.





2011'in çıkmasına yakın 2010'u kurdum dizüstüme, oyun baya gelişmişti, artık maçları, oyuncuları hareket eden noktaların dışında gerçek hayattaki gibi(abarttım kabul) izleyebiliyordum. Yeni özelliklerden ve Karşıyaka'nın 3 senedir Süper Lig'in kapısından dönmesinden ötürü şampiyon yapmak için "Kaf Kaf"a menejer oldum. Sıfır transfer bütçesine ve her türlü sakatlığa rağmen ilk senemde takımı direk olarak üst lige çıkardım. Son 5 haftada Çaykur Rize Spor'la sürekli değiştirdiğim liderlik koltuğundan indiğim son hafta öncesi tüm umutlarımı yitirmişken son maçlarda mucivezi bir şekilde onlar berabere kalıp ben kazanınca şampiyon oldum. Taraftarlar adımı sokaklarda haykırdı. Atilla Güneş "Emrah Başkan bir başka" dedi, başkan Akif Ersezgin "Teknik direktörümüzle devam etmek için elimizden geleni yapacağız" dedi. Ben de ayrılmayı düşünmüyordum, hiç de düşünmedim. Sene içinde ortaya atılan Gaziantepspor, Beşiktaş iddialarını yalanladım, reddettim. Şimdiden elleri kolları sıvadım yeni sezona hazırlık yapmaya başladım bile. Geçen sezon yapmaya zamanım olmadığı için bu sezon altyapıyla daha da ilgileneceğim. Kendi akademimden oyuncuların çıkmaması halinde bölge takımlarından ya da Anadolu'dan U-18 takımlarına gönderdiğim gözlemcilerimin raporları doğrultusunda genç yetenekleri takıma katacağım. Üstelik Süper Lig'e çıkınca artan yabancı kontejanıyla da hep umut vaadeden yabancı oyuncuları kadroma katıp uzun vadede satışlarından kulübe gelir sağlayacağım. Hatta şu an bile oynamak için sabırsızlanıyorum.

Ya da belki yarın öbür gün işe girerim, canım sıkılır bir şey olur oynamam bilmiyorum. İşte menejerlik böyle bir şey. Kronik bir ilişki yaşadığın sevgiliyle ayrılıp barışmak gibi...

17.11.2010

Aceleci Taraftar




Dün akşam EuroChallenge Cup maçında Pınar Karşıyaka - Zadar karşılaşmasındaydım. Kızlı erkekli kalabalık bir arkadaş grubuyla gittiğimiz için sıkışıklıktan uzakta rakip takımın çaprazındaki köşede oturduk. 3. periyotta takım coşunca seyirci de coştu, mehteran tezahüratı söylenmeye başladı. Gidenler bilir Karşıyaka maçlarında mehteran, şampiyon olmasan da tezahüratları karşılıklı yapılır. Bu sayede dakikalar süren tezahürat boyunca taraftarın her iki yarısı soluklanma fırsatı bulur. Zaman zaman şiddeti artırılarak daha da gaz hale gelinir falan...

Tezahürat öncesi herkesin yapmasını istiyor Çarşı, eller havaya diyor, kaldırıyoruz biz de zaten hazırdayız takımın yarattığı o coşkuyla. Gözler Taner Abi'de, arkasındakilerde, "bir iki üç!"ü bekliyoruz. O an geliyor, başlıyoruz "laaay laaay lalay". laylaylay falan filan, bitirmeye yakın tam hazırlanıyoruz "Karşıyaka sen çok yaşa" demeye duyuyoruz ki Çarşı çoktan "canım feda olsun sana"da. Hadi diyoruz ordan devam edelim, yok olmuyor. Takır takır söylüyorlar cümleleri, yetişmek mümkün değil. Yetişirsin belki de İtalyan, İspanyolca konuşur gibi makinalı tüfek olmak lazım. Böyle hızlı hızlı söylemenin ardından sıra karşıda, onlar da yapıyor geliyor bi daha bize yine "laaay laaay lay", hoooop Çarşı: "sen çok yaşa".... eeeeh diyorum benden bu kadar! Tezahürat mı yapıyoruz bi dakikada en çok kelimeyi okumaya mı çalışıyoruz? N'oluyor hızlı söyleyince? Takım fast break'e mi kalkıyor, maç daha mı çabuk bitiyor?

Aynı şey "Yaşa varol"da da yaşanır. Sonuna doğru kaf-kaf çekilcek ya, herkesde bi heyecan, sözler bitsin de hemen kaf-kaf çekelim! Biz melodisiyle vurgusuyla söylemeye çalışırken hala "taaaraftarın kalbindee sön-mez gü-neş-sin sen" derken birileri başlamış çoktan kaf kaf kaf sin sin sin'e... Eskiler bilirler, bu tezahüratın sonunda bir kez kaf-kaf çekilir. Adam gibi toplu söylenip sonunda hep beraber çektiğin kaf-kafla "Yaşa varol" Karşıyaka taraftarının en etkili maç başı tezahüratıdır. Ama şimdi diğerleri hızlı gitti diye söyleyemenler, söylemeye doyamayanlar sayesinde iki kez çekilir oldu kaf-kaf.

Bir örnek daha mı? Bir Baba Hindi Mustafa... Dün yine baba -yakalamasını çok iyi biliyor- takım coşmuş, bir tezahürat da sona ermiş, geçici bir sessizlik, başladı inletmeye salonu: "Bir baba hindiii!"... Karşılık veriyoruz, devam ediyor, sıra yine bizde "heeey Allah", başlıyor eli öne gidip gelmeye "Kııaaf kaf kaf"... Duyduk mu devam ederiz di mi "sin sin sin"den? İlkinde öyle, sebebi tezahüratın aslına bağlı kalmaktan değil, baba başka bişey söylicek diye beklerken oluşan sessizlik ardından idrak. Olmadı bi daha deniyor baba bi daha kalkıyor. Yine başlatıcak kaf-kaf'ı bu sefer herkes onla beraber başlıyor...

Ben burda "1970lerde böyleydi, 80lerde ilkokuldayken babam götürürdü, 90larda liseyi kırardık maça giderdik" diyebilecek biri değilim, ahkam kesmeye çalışmıyorum. Ama maçlara ilk gitmeye başladığımdan beri öğrendiğim tezahüratlar, söylenme tarzları böyleydi ve daha etkiliydi. Şimdi söylenmek için söyleniyor gibime geliyor. Böyle olunca da tribünde uyum, ahenk yakalanmıyor. O istenen "tüm tribün kalksın herkes bağırsın" olamıyor maalesef. Tribün liderleri mi, her birey kendi başına mı kim yapacaksa bilmiyorum ama birilerinin tezahüratların düzgün yapılması konusunda bir şeyler yapması lazım.

15.11.2010

Futbol Yorumları(Geyikleri)

Sabah kahvaltıdan sonra Ntvspor'da Spor Servisi'ni beklerken dün akşamın tekrarı kuşağında sanırım "90 Artı" programına denk geldim. Programın adından emin değilim de Sergen ve Ersin Düzen vardı diyim belki bilirsiniz, belki bilemezsiniz çünkü hangi yorumcu hangi programda Ntvspor'da anlamak zor. Yüzde yüz bildiğimiz %100 Futbol Rıdvan Dilmen & Güntekin Onay ikilisiyle. Diğer programlar Mustafa Doğan, Sergen Yalçın, Mehmet Demirkol, Ersin Düzen, Ercan Taner ve ismini hatırlamadığım birkaç sunucu ve yorumcunun kombinasyonlarından oluşuyor. Konu programın adı ya da isimler değil zaten; konu artık her şeyin tek düze gelmesi.

İstanbul takımları dökülmüş Anadolu takımları coşmuş, yorumlar aynı: Sivasspor'un açtığı yoldan bıdıbıdı bıdıbıdı, Bursaspor'un şampiyonluğunun ardından vıdıvıdı vıdıvıdı. 3 büyükleri kaybettiği puanların ardından teknik direktörleri hakkında: Türkiye'deki futbolu bilmiyor, burdaki şartları bilmiyor, kadroyu kendi kurmadı. Lider Trabzonspor'un başarısının en büyük nedeni: Şenol Güneş'in tam bir takım yaratması, herkesi hazır tutması, şehri kenetlemesi blablabla... Schuster, Rijkaard rotasyona gidip oyuncu denemesi üzerine "yanlıııııış, çok kötüüüü" diyen yorumcular Şenol Güneş'in değişik kadrolarına "işte herkes göreve hazır" diye yorum yapıyor.

Aslında sezondan sezona değişen tek şey isimler. Yorumlar aynı. Geçen sene başka bi teknik direktör için "çok iyi hava yarattı bundan başarılı", diğeri için "Burası Türkiye, bırakıcaksın güzel futbolu" diyenler bu sene özneleri değiştirip cümlelerini tekrarlıyorlar. Seneye Şenol Güneş gider başka bir özne gelir muhakkak. Bunu yapan sadece Ntvspor yorumcuları değildir, yanlış anlaşılmasın. Her kanalda muhakkak bulunan futbol programlarıyla ilgili, spor gazeteleriyle ilgili konuşuyorum. Hep aynı hep aynı. Biraz ilginçlik katmak isteyenler Avrupa futbolundan bilgiler verir ya da reyting yaratacak sansasyonlar, iddialar öne sürerler.

Bu noktada kendimi sorguluyorum başkalarından önce. Bu kadar yazıyorum laf ediyorum da niye hala kahvaltı sonraları mutlaka Ntvspor'u açıyorum, ya da devre aralarında maç sonlarında... E sabah o saatte çok ilgimi çeken birşey olmuyor, fonda akıtıyorum Fuat Akdağ'ın okuduğu köşe yazılarını, Mehmet Demirkol'un dura dura cümleyi tekrar kura kura konuşmalarını, keh keh keh gülüşlerini. Aklıma gelmiyor zaten devre arası oldu hadi Ntv'yi açayım da ilk yarı yorumunu alayım diye, denk geliyor işte. Ya da dışarda olmuyorsam o saatte maçtan gelmiş yorgun bi halde kendimi yatağa atmışımdır gözlerimi kapatacağım bir program arıyorumdur eğer güzel bir İspanya ya da İtalya ligi maçı yoksa. Türkiye'nin en iyi yorumcusu olarak kabul edilen Rıdvan Hoca'nın yorumları bile beni tutamıyor ekran karşısında.

Bugün oflaya poflaya programın sonunu getirmeye çalıştım uzun zamandır böyle hissetmemiştim, bıkkınlık sıkkınlık... Hakikatten o sıra yapacak bir şeyim yoktu, evdeki program belli olsun diye bekliyordum. 11 gibi de Spor Servisi başlar Sergen birazdan susar diyordum program bitmek bilmedi. Aklımda kalacak tek şey olan Beşiktaş A2 takımından Gaziantepspor'a bedelsiz kaptırılıp şimdi A Milli Takım'a seçilen Orhan Gülle hikayesinin ve Sergen'in rejiye dönüp dönüp baktığı beni de epey güldürdüğü anların ardından 11 buçuk gibi programın bitmesiyle bu sabahlık futbol geyiği ihtiyacımı karşıladığıma karar verip bu saatten sonra gelecek olan Spor Servisi'nin anca boş bir zamanda tekrarını izlerim dedim ve kendimi günlük ev işlerine verdim.




Biliyorum yarın sabah yine kahvaltıda açıcam Ntvspor'u, iddaa programına denk gelmediğim sürece fonda orası akacak. Ama bu akşam önce 2 sene evvel beraber antremana çıktığım İsmet Arzuman'ın Ege Tv'de görüp sonra da Trt 1'de Stadyum'da Şenol Güneş'e özel yapılan klibi görünce kısa bir ara vermiş olduğum bloga bu yazıyı göndermek bir daha tekrarını bulursanız Sergen'in yorum yaparken rejiye dönüp bakmasını izleyin tavsiyesini vermek istedim. Bulamazsanız da ne ala Sergen'in 2 günde bir programı var merak etmeyin, çıkar yine yapar.

10.11.2010

Do you know him?

Many European people may wonder why Turks are giving a big fuss about the death of a single person which happened 72 years ago. If you are in Turkey this very day, you may be shocked to see that every single vehicle on every road in Turkey comes to a halt in the middle of busy roads exactly at 9.05am, pushing their horns as hard as they can. All you can hear will be the deafening sound of horns, and absolutely nothing else. That continuous murmuring noise on the streets, the sound of high heels on the pavement, the music coming from a distant café… All will be gone. Everybody around you will be standing still, with their arms held tightly on their sides with sad faces, faces that reflect the grief for a single man.


It’s no surprise that his death caused not only the people from his nation, but also many powerful entities in the world to come forward and express their true sorrow for losing this man, no matter what their political positions were. Besides being a war hero respected by every enemy he has encountered, he rebuilt a nation from ashes in a surprisingly short time frame. And not just a nation that can only stand on its feet, a powerful and energetic nation that astonished the world and that was the first to receive a private invitation from United Nations. No need to mention his great heart, which nobody has ever been able to forget.





I am aware that you can’t be objective while describing someone who saved your entire nation. That’s why, in his memory, I am giving some quotes from around the world, which were published after his death. These quotes might also be helpful for Turkish people as well, some of whom seem to have forgotten who he was.



“The Greatest Man of History” English Press, London

"History has seen many great people. It has seen Alexander the Great's, Napoleon's, Washington's. However, in the twentieth century the record for greatness was broken by Atatürk, this Turkish son of a Turk." L'IIIustration Newspaper, France

“He was one of the most extraordinary persons of the era, even perhaps of entire history“ Egyptian Journal

“Atatürk is one of the rare geniuses that the world has put forth. He has changed the entire course of history.” An Nahar Journal (Lebanon)

“Atatürk is the man who created the biggest truth of the twentieth century.” Kponhag-Nasyonal Tidende (Belgium)

“The work that Ataturk has achieved, with intelligent and peaceful methods, will leave traces in the history of mankind.” Albert LEBRUN (French President)

"Atatürk was one of the greatest statesmen of everyone who has lived and died throughout history. At no time did he dwell on the period in which he lived, he would see the future and accordingly would carry out a task." Lord Patrick Kinross

I salute by bowing my head with my deep respects to this Greatest Man of our history, the one who created Turkey. Professor Morrf (Switzerland)

"In no other country have women advanced this rapidly. It is truly a unique event in history for a nation to change to this degree.” Daily Telegraph Newspaper, England



“This could be presented to mankind as an example of untested philosophy. Atatürk has done in ten years, the work that could take centuries.” Gerrad Tongas (Writer)

"My sorrow is that, it is no longer possible to fulfil my strong wish about meeting with this man.” Franklin D. ROOSEVELT (U.S. President)

"The world, by no means and at no time, has witnessed such an exciting event as the re-founding of Turkey with a Western point of view and belief." Social Demokraten Newspaper, Sweden

The President of Haiti wrote a sentence in his will in 1996 to be written on his gravestone: “I died in happiness to have understood and followed the Turkish leader Atatürk in my whole life.”

“Without doubt, Mustafa Kemal Atatürk is one of the greatest statesmen that during the 20. Century and before the war has ever arisin; he has been a brave and great reformist that no other people have ever known.” Ben GURION (Israel Prime Minister 1963)

“The world has lost the most attention calling man of our era.” Palestine Post (Israel)

“Atatürk has left Turkey without a single enemy. This is something that no other state leader of our time has succeeded in doing.” German Volkischer Beobachter Journal

Below are the words of the English Prime Minister Lloyd George, known as a Turkish enemy, while he answered the accusations and criticism in the English Parliament for the retreat of the British Army from Anatolia in 1922: “Dear Sirs, you may see an exceptional genius in centuries. It is very unfortunate for us that the great genius of this era came up from the Turkish Nation. There was nothing to be done against the brilliance of Mustafa Kemal.”

“The death of Atatürk, who saved Turkey in the war and resurrected the Turkish Nation after the war, is a great loss not only for his country but also for all of Europe. The tears of people from all classes in the country are nothing but the proof of respect of the brave and modern Turkey for its leader.” Winston CHURCHILL, Prime Minister of England

In his most critical and stressful period in 1938, General McArthur said to more than 120 people consisting of counsellors, senators and ministers: “There is nothing I wouldn’t give to see none of you but Mustafa Kemal with his great genius with me at the moment.”




6.11.2010

History of Facebook!


The Social Network filmi ve ardındaki tartışmalar süredursun, facebook tarihi ile ilgili enteresan bir kare mevcut. Afiyet olsun...

Büyük çözünürlükte bakmak için buyrun...


5.11.2010

Bir Zamanlar Internet

Ülkenin gündemindeki siyasi tartışmaların arasında bir cümle dikkatimi çekiyor: "Bizler, müzakere edilebilecek son kuşağız.". Kürt Sorunu'na ilişkin, belli bir yaşın üzerindeki siyasetçiler ve temsilciler söylüyor bunu. Onların ardından gelen kuşağın yetişme tarzı ve iletişim hevesi bakımından kendi kuşaklarından oldukça farklı olduklarını vurguluyorlar. Maksadım siyasi konulardan bahsetmek değil. Tam tersine, bu cümleden hareketle siyasetin ötesine geçip, dünyadaki diğer canlıların aksine düşünce ve toplumsal yaşayış bakımından da hızla evrim geçiren insanoğlunun nesli tükenen kuşaklarındaki yerimizi 90'lı yılları yaşamış olanlar olarak ne kadar sağlamlaştırdığımızdan bahsetmek istiyorum. Hedef kitlem, Yıldız Tilbe'nin gözaltına alındığı sırada Delikanlım şarkısını bağıra bağıra söylemesini hatırlayanlardır. Karşıma alıp da konuşurmuş gibi şu anıları anlattıklarım, Türk Futbolu'nun 2002'de zirve yapan yükselişini, Sergen'in İzlanda'ya attığı golü de hatırlayacak kadar adım adım izleyebilmiş olanlardır. Ahmet Gümüş'ün Millî Eğitim Bakanlığı Talim ve Terbiye Kurulu'nun bilmem ne tarih ve bilmem kaç sayılı kararı ile ders kitabı olarak okutulmasına onay verilen Türkçe 1-2-3-4-5 serilerindeki öyküleri, şiirleri ve alıştırmaları hatırlayanların bu yazıda elbette eskiye ait parçaları vardır. O yüzden bu insanlar, şimdilerde gitgide kaybolan bir kuşağın temsilcileridir. Sabredebilen, saygı duyabilen ve aslını esirgemeyen bir kuşağın temsilcileridir.

Bu kuşağın öyküsünü, Internet'in keşfine ya da aynı günlere denk gelen atari salonlarının ölümüne dek geriye götürebiliriz. Güzellik de buradadır; bu kuşak, bir şeyin en tepe noktasındaki heyecanlı sinerjiyi de  -ve zaman içinde ölümündeki nostalji duygusu da dahil-, başlangıç anlarındaki keşif enerjisini de  yaşamıştır. Öyle ki, bu öykünün kahramanları Michael Jackson'ın ve Madonna'nın olgun yaşlarına rastlamış, Panini Çıkartma Albümleri'nin en hakikisini Euro'96 sırasında adeta vücudunun bir uzvu gibi benimsemiş ve sokaklarda saklambaç oynayabilmiş son keratalardır. Bu kahramanların Internet ve Web'e toplu halde göç edişleri, "Türkiye'nin Internet Tarihi"dir bir yerde. (A)DSL öncesi - BBS sonrası devirlerin basit sayfalı ağ ve IRC tabanlı sohbet ile taçlanan günlerine dönmek için anılması gerekenler, "a s l?" sorusu kadar iç gıdıklayıcı, Mynet üzerinden eşe dosta e-kart atmak kadar vefalı, Napster arayüzü kadar karmaşık ve Geocities ile kişisel web sayfası yapmak kadar kibirli anılardır. Çevirmeli ağın telefon hattını meşgul, bilgisayar başındaki ergeni bahtiyar eden bağlantı sinyalinin verdiği yetkilere dayanarak kimi zaman "Age Of Empires" ile dünyaları telefon hatları üzerinden fetheden, kimi zaman da "Nefesnefese" gibi sitelerde gördüklerine inanamayan bu kuşağın dili şöyle söylerdi: "Internet'e girmek". Sonraları bu tabir, misal "Facebook'a girmek" olarak değişti. En sonunda "girmek" sözcüğü Internet yapısı ve artan bant genişliği sayesinde silindi. Kuşağımızın bir nostaljisi olarak tozlu raflardaki yerini aldı.
Günümüzde ise, ağa girmek - çıkmak kavramları ortadan kalktığı gibi, ağlarda tanınır olmak önem kazandı. İşte, "Bizler bilinçli ya da bilinçsiz olarak Internet'te ünlü ve tanınır olmak istemeyen son kuşağız" diyebilmenin nirengi noktası burada duruyor. Çünkü, ağlar üzerinde popüler olmak başka bir şey, ağlar tarafından tanınır olmak başka bir şey. Yani, bir gün herkesin milyoner olamayacağı gibi, bir gün herkes de Internet ünlüsü olamayacak. Bunun farkında olmak önemlidir. Buradaki tanınırlık, "a s l?" sorusunun reklam ve veri avcılığı alanlarına uyarlanmış haline verilen yanıtlardır. Son yıllarda ağdaki kullanıcının yaşı, cinsiyeti ve yeryüzünde bulunduğu nokta fiber kablolar üzerinde akan milyon dolarların ana kaynağı durumuna geldi. Bu verileri toplama amacı ile herkese ünlü ve önemli muamelesi yapılan bir yer haline gelen Internet, göçmen kuşak için acı bir deneyim olmaktadır. Zira bu bilgilere hakim olma hedefiyle Google'ın adeta Internet'in bizzat kendisine dönüşme hamlelerine, artık yanıt veren bir kaç şirket daha var. Bunların başında Facebook (Facebook'a karşı federe bir sosyal ağ yapısı öneren gençlerin projesi diaspora* için buradan) geliyor. Ve bu rekabet, özgür ve bağımsız Internet düşünün üstüne kocaman bir çizik atıyor.

Uzun vadede yaşanan bir evrimin ve kısa vadede etki eden bir değişimin önünde durmak kâr etmez. Yasa koyucu ve uygulayıcı iradelerin Türkiye'de Internet'in yasaklanabilir bir mecmuadan daha ötesi olmadığını kabul ettirmesi çok zor olmadı. Bunun mücadelesi gerekli yerlerde gayet güzel şekilde veriliyor. Ancak, diğer yandan Türkiye'de Internet'in daha yaşanılabilir bir yer olması için de özgürlükçü ve farkındalık yaratan insanların çıkıp bir şeyler söylemeleri gerekiyor. Eğer bu söylemi, bu kuşak çıkaramazsa, diğer kuşakların bu söylemi yaratması pek ihtimal dahilinde değil. Belki de bizler, Internet'teki çöplük ve rantçılık olmasa da yaşayabilecek son kuşağız.

4.11.2010

Gravity!



"God doesn't limp!"

Artık Ege TV'yi de İzleyemeyeceğiz

Geçtiğimiz hafta İzmir'i sular altında bırakan sağanak yağmurun ardından gündüz antremana giderken bizzat şahit olduğum karmaşayı akşam şehrin en büyük iki kanalından biri Ege TV'nin akşam haberlerinde izliyorum. Görüntülerde su basan evler, göle dönmüş alt yollar var. Klasik sağanak yağış arkası görüntüler... Sadece İzmir'de değil o gün tüm yurtta karşılaşılan manzaralar.

Bu duruma maalesef alışmışız, şaşırmıyorum ama sunum dikkatimi çekti. Yerel idareye ateş püskürüyor kanal! Yok efendim şimdiye kadar yöneticiler neredeymiş de başka yerlere harcama yapmak yerine alt yapıyla uğraşsalarmış da insanları Kızılay'ın yiyecek ve battaniyesine muhtaç etmişler de Cumhuriyet döneminden bu zamana kadar ilk defa bu görüntüler oluşmuş da...

Yağmurun sağanak olmasını unutup deniz seviyesindeki bir şehirde bunların yaşanmasının tek sorumlusu sanki ödeneği, maddi manevi yardımı bolmuş da harcamıyormuş gibi yerel idareye suç atmak, insanlarla röportaj yapıp "Yöneticiler ne kadar kötü bakın sizi ne hale soktular" gibi sorular sorup canı yeni yanmış vatandaştan destek almaya çalışmak neyin nesi, amaç ne? Hadi diğer kanal Yeni Asır'ın sahiplerinden ötürü hep değişik bir imajı olmuştur insanların gözünde de objektif bildiğimiz ya da sahibinin kim olduğuna dair bilgimiz olmadan yıllarca izlediğimiz kanal şimdi neden böyle bir yayın anlayışı içinde? Yerel idarenin eleştirisinden, tepki almasından nasıl bir menfaati var, bu işten çıkarı ne?

İzmir'in iki önemli kanalından biri olan Ege TV'yi izlemeye devam edeceğim belki ama hem sürelerini azaltıp program seçeceğim hem de bir önyargıyla değerlendireceğim bu saatten sonra.

3.11.2010

Akasya Durağı



Dizileri en çok tekrar zamanlarında izlemeyi seviyorum. Bütün hafta boyunca beklemek ya da internetten indirmek yerine tatil zamanları uyanma ve evden çıkma arasında geçirdiğim vakitlerde her gün ardarda izlemek hem keyifli hem zahmetsiz. Akasya Durağı da bu dizilerden. Spor servisi bittikten sonra Kanal D'ye geçiyorum kahvaltım devam ediyorsa masadan dizinin giriş kısmıyla kalkıp gerisi bir fincan çayın eşliğinde diğer odada tamamlıyorum.

Televizyondaki az sayıda mizah dizisinden biri Akasya Durağı ve basit, abartılı, tekrarlayan senaryosuna rağmen beni güldürmeyi en azından beklentimi, o boşluğu doldurma görevini başarıyor. Kavacık'taki duraklarında müşteri bekleyen taksicilerin kimi zaman müşterilerinden kimi zamansa kendi aile bireylerinden kaynaklanan olaylar, bu olaylarla boğuşmaları ve her zaman üstesinden gelmeleri...

Taksiye biri biner dolandırıcıdır, şoförü kandırır, sonra durum farkedilir polise yakalattırılır. Yakalama da bilfiil şoförler de rol oynayabilir. Ya da birinden kaçan mazlum müşteri taksicinin yardımı sayesinde kurtulur falan... Taksici aileleri de yerlerinde durmaz sürekli başları belaya girer. Sonra hurraaa bütün durak bireyleri, komiser, polis enişte sorunu çözerler. Neredeyse her bölümde aynı olay farklı versiyonlarla işlenir. Dilekle Obayana'yı evlendirmek için Fırıldak Sinan bir numara uydurur. Osman Aga numarayı yer, kızı vermeye ikna olur, düğün dernek kurulur, tam nikah kıyılacakken numara açığa çıkar Osman Aga Sinan'a, Obayana'ya saldırır... Ya da Seyit'in annesi Fato Ana evlenmek için ya da beğenmediği gelinin yerine kuma bulmak için dümenler kurar, Seyit farkeder çileder çıkar annesini ya da damat adayını kovalar...
Dizi komedi türü olmasına karşın sürekli felakatler söz konusudur. Öyle ki aynı bölümde Mehmet Hoca'nın kızı iş yerinde tacize uğrar intihar eder, Seyit yanlış anlaşılma sebebiyle bir kadınla silah zoruyla evlendirilmek istenir, cinayete tanıklık eden Osman Aga'nın arabasına bomba konur Sinan'la Osman Aga için tehlikeli dakikalar yaşanır...

Ama sonuçta her olay sağduyu, yaratılan birlik-beraberlik ve emniyet güçlerinin yardımıyla çözülür. Aslında korku filmi mantığı, seyirciyi ger ger ger sonra gevşet... Bir de korku filmi deyince söz etmek lazım, felaket tellalı bir karakter ki benim favori karakterim bu dizide Kaynana Şaziment vardır. Sinan'ın yanında bir dişi görsün "Kızım bu salak herif seni kesin aldatıyo", biri biriyle evlenecek olsun "Kesin çocuk yaptılar o yüzden acele ediyorlar", duraktan bir şoför televizyona çıksın ünlü olsun, karısına "Bu şimdi seni kesin boşar daha genç daha güzel bi kadın alır paraları da onla yer"... Yüzü de bi ekşi bi meymenetsiz...

Kendisi hala Kanal D'de yayınlanmakta, gününü bilmiyorum ama, izlemiyorum bilerek, boş zamanım olursa tekrarlarını izlemek üzere bekliyorum. Çerez dizi, çocuklar ve yaşlılar için güzel dizi, benim için zaman geçirici.

2.11.2010

Abi bi rahat durun ya!


Sana söylüyorum. Evet sen... Seni hiç sevmedim oldum olası. Seveceğimi de hiç sanmıyorum.

Seni sevmemeye ilk gittiğim maçlarda, yeni tezahüratı öğrenmeye çalışırken, tezahüratı bilmeden yanımda bağırdığın ve her seferinde tekrar dinlemeye çalıştığım ve hiç bir zaman anlamadığım zamandan beri sevmezdim. Bi rahat dur ya!

Sonraları lise yıllarında törenlerde ya da sınıfta duyuru yapılırken konuştuğun zamandan ve ertesi günkü sınav sorularını yakalayamadığımdan, ya da serbest kıyafet uygulamasını anlayamadığımdan beri sevmezdim. Bi rahat dur ya!

Sonra askerdeydin sen. Yürüyemediğin için kızmıyorum sana, ama iki dakika susamadığın ve bu yüzden tekrar tekrar uygun adım yürüdüğüm için kızıyorum sana. Anlıyacağın askerde de sevmezdim seni. Bi rahat dur hele!

Şimdi yine sen çıktın, 2 senedir binbir takla attık youtube'a girmek için. Bizim attığımız taklalar önemli değil de, yabancı arkadaşlara anlatamadıklarımız vardı youtube'tan geriye kalan... Dün youtube serbestisi geldi. Sen ne yaptın be çocuk? Deniz Baykal'ın videosunu yükledin. O videonun senin arşivinde ne işi var diye sormuyorum. Çünkü bizim milleti sorgulamayı bıraktım çok oldu. Ama arkadaş, bir rahat dur da youtube'a girelim. Hayır anlamıyorum. Sende kesin Kim Kardashian'ın, Paris Hilton'un da videoları var. Neden onları yüklemedin de, ille muhalefet eski lideri!..

Al işte, yine sinir oldum sana. Bundan sonra da olacağım da. Ama artık yeter abi bi rahat durun ya!

Seni sevmezdim çocuk!! İnan babanı da sevmezdim!..

1.11.2010

Somebody Stop Me!!

Çocukluğumun en sevdiğim karakterlerindendi Mask. Maskeyi takıyorsun ve biri beni durdursun! Ben o yaşlarda anlamıştım bunun hayal ürünü olduğunu ama anlamayanlara da engel olacak kişi ben değilim ya.


Siyasileri oldum olası sevmem. Gözünün içine baka baka yalan söyleyenleri de. Karşıyaka başkanı da gözünüzün içine baka baka yalan söylemeyi kendine huy edinmiş bir başkandır ve yalan yok, ben bu kadar kötü yalan söyleyen bir başkan daha önce hiç görmedim. Sanırım o maske kullanmıyor, kulübe başkan olması yetiyor. Başkan oldu ve kendini tutamıyor.. O yüzden bu videoyu hatırlıyorum her demecinde..

Demeçlerine bakalım Hüseyin Başkan'ın. Hani, biz Karşıyaka'lı olarak yalan söyleyen başkan görmemiş olsak inanalım söylediklerine de. Ne ilksin sayın başkan ne sonsun!

"Ben kendimi zaten bağlamışım. Sezon sonunda takım ikinci olursa bile ben kendimi başarısız sayıp istifa edeceğim. Şimdi bana istifa et başkan demenin anlamı yok. 32. maçın sonunda herkes faturasını kessin ama 32 maç sonuna kadar takımı destekleyelim. Bir de böyle deneyelim bakalım. Önümüzde Bucaspor örneği var. Herkes ne diyordu Bucaspor için “bu hafta patlar, şu hafta çatlar”. Adamlar ne patladı ne de çatladı. Takımın düştüğü noktalarda takımı ayağa kaldırmalıyız. Ayaktayken zaten ayakta olacak ve kaldırmaya gerek kalmayacak. Ben bu yıl taraftarlarımızdan bunu istiyorum. Zaten sonunda başarılı olamazsam ben kendim gideceğim."



Aynı haberden bir alıntı daha..


"Erdoğan Hoca gitsin diyenler olursa "Erdoğan Hoca’nın ne suçu var suçlu benim", der ben giderim."

Not: Erdoğan hoca gitti, başkan hala demeçlerine devam ediyor...

Başkan seçildiği kongre konuşmasında, "Bir milli takım hayal ediyorum. 11 Karşıyakalı..." demişti hatırlayın...

Not: Karşıyaka altyapısından yetişen bir tek Onur milli takımın kalesini koruyor ki o da hatalı goller yemeye başladı...

Peki ya TRT'nin programında Karşıyaka renklerini aciz bir şekilde tanımlamasına ne demeli?

Not: Bu konuya hiç girmek istemiyorum.

Neyse her demeci bir sansasyon olan başkanımızın son açıklamasını da okuyalım.

"Ancak inanıyorum ki bu kötü günleri el birliğiyle atlatacağız. Bizler hepimiz sevdalıyız. Sevdamız 1912'de kulübümüzün temellerini atan rahmetli Zühtü Işıl ve arkadaşlarınınki kadar yalın ve kuvvetli. Bu sevdayla aldığımız sorumluluğun büyüklülüğünü biliyoruz. 98 yıllık abideye layık olmaya çalışıyoruz. Başarılarla vakur olduğumuz gibi başarısızlıklardan da ders almayı biliyoruz. Zorluklar, şanssızlıklar bizi yıldıramaz ve yıldıramayacak. 100. yılı karşılarken basketbol takımımız Avrupa'da ülkemizi temsil etmektedir, voleybol takımımız yine başarıdan başarıya koşacak, yelken, tenis milli sporcularıyla övünecek, futbol takımımız Süper Lig'de olacak. Bu sevda bitmeyecek."

Sayın başkan, söyle bize nasıl bir fizibilite çalışması yaptın? Nasıl bir analiz süreci geçirdin? Çözüm önerin nedir? Hangi sistemi kullanarak başarıya ulaşmayı planlıyorsun? Ne olur başkan bunları söyle? Söyleyemiyorsan da, ne olur çek git. Ben gidersem ne olacak peki bunu düşünüyor musun diye de sor ne olur? Ben de senin gibi cevap vereyim başkanım. Diyeyim ki, sen gidersen Milli takımda 11 Karşıyaka'lı oynayacak(Kulüpte yetişmiş ve milli takımda oynamış topçu sayısı, 98 yıllık kulübün ilk yıllarını saymazsak 11 midir bilemiyorum.), voleybol takımımız yine (??! Hangi yine?) başarıdan başarıya koşacak, futbol takımımız Süperligte olacak.

Aa ne kolaymış yalan söylemesi, bir çırpıda söyleyiverdim. Acaba kulübe başkan olmayı hakettim mi şimdi?

Galatasaray'ı Yenip Kendine Yenilmek

Geçtiğimiz hafta pazartesi senenin ilk basket maçına gitmek üzere hazırlandım. Yine geç kaldım çünkü salonun eve yakınlığının rehaveti, internet işlerinin bir türlü bitmemesi, son dakika gitsem mi gitmesem mi tereddütleri yine gene yaşandı. Ben çıkamadan maç başladı zaten. İlk periyot da bitti, sonunda dışardayım... Ege Park'la salon arasındaki karanlık yoldan geçiyorum. Bakıyorum salonun önü de karanlık. Maç olmayan zamanlar bu yolun alabildiğine aydınlatıldığına şahit oldum. Sonuçta sokak lambaları var ama biri bunları açmıyor ya da lambalar bozuk, patladı aylardır değiştirilmiyor. Oranın en çok kullanıldığı, insanların ve arabaların en çok bulunduğu zamanda ortalık karanlık.

Park etmiş büyük otobüslerin ve ağaçların arasında siyah imgeler görünce kaldırımdan yola iniyorum. Puslu salon önüne geliyorum. Bilet gişesi köşede duruyor, etrafında simitçi kumrucu atkıcı, kapıda polisler sarhoşun tekiyle uğraşıyor adam "esrar içtim ben n'olcak" diye bağırıyor. Gişenin yanında da yeşil kırmızı atkılı biri, arkadaşını bekliyor olmalı... Tam gişeye yanaşmış cüzdanımı çıkarıyorken "Bilet mi alacaksın, istiyorsan ben de var 10 liraya vereyim" diyor. Biletin 15 lira olduğunu biliyorum, arkadaşı gelmeyeceği için bileti elinde kaldı diye düşünüyorum ve gülümseyerek adama doğru yöneliyorum. Veriyor elindeki diğer yeşil kırmızı kağıtlara benzer bileti, bakıyorum, geçen seneki beyaz biletlerden farklı. "N'oldu elinde mi kaldı" diye yoklama çekiyorum hafif gülerek, cevap gelmiyor. Okumaya çalışıyorum güç bela karanlıkta üstünde Pınar Karşıyaka - Galatasaray C. Crown yazıyor. Veriyorum parayı, gişedeki adam bana bakıyor, önünden geçip polis kontrolüne yöneliyorum. Girişteki yokuşu çıkarken etraf aydınlanıyor, bilete tekrar bakıyorum "2010-2011 Beko Basketbol Ligi Kombine Maç Bileti Pınar Karşıyaka Basketbol Takımı" yazıyor. Refleks bir küfürle şaşırıyorum, kızgınlıktan bi tane daha. Napıcam şimdi? Geri mi dönücem, biraz önce kaldırımdan indiydim olası serserilerle muhatap olmamak için. Şimdi gişenin, polislerin hemen yanında milleti kazıklamaktan çekinmeyen yeşil kırmızı atkılı birine "Beni kandırdın, ver paramı geri ver yaaa" mı diyeceğim? Dersem ne olacak alabilecek miyim? Alamazsam polise şikayet edebilecek miyim? Edersem yardımcı olacaklar mı? O sıra olsalar sonra ne olacak?

Bu kadar sorunun cevabıyla uğraşmaktansa sonuç olarak bilete 5 lira az ödemenin bencilliğiyle yokuşa devam ediyorum. 2. periyodun ortaları. Kapıda bilet kontrol için kimse yok-geçen sene ilk yarı bitene kadar olurdu-. Polis kontrolü. Cepler kontrol ediliyor dışardan. Eline anahtar geliyor herhalde, "Bozuk para, çakmak var mı?", "Yok". Sigara içmem, bozuklar cüzdanın içinde, dürüst olmaktan vazgeçtim bi süre önce... Tribüne girişinden çıkıyorum, ekürinin yanına gitmek için Çarşı'nın arasından geçiyorum. Onlar da benim gibi seviyorlar bu takımı, bağırıyorlar sesleri gidene kadar. Kimisi ise bu sevdadan faydalanmaya kalkıyor, eline bir yerlerden geçen kombineleri insanlara daha ucuz diye satıp kulübe gidecek paraya engel olup kendilerine kazanç sağlıyorlar. Elde bileti kaldığını düşünüp parasını kurtarmasına yardımcı olacak insanların güveniyle, saflığıyla oynuyorlar, boyunlarında yeşil kırmızı atkı...

Arkadaşımın yanına varıyorum, nerde kaldığımı soruyor, kazıklanmaktan geldiğimi söylüyorum elimdeki kime ait olduğunu bilmediğim belki de elde kalıp birileri tarafından dağıtılan kombineyi gösterip "Ah be Emrah" der gibi hafif tebessümle başını yana yatırıyor arkadaşım. "Boşver napalım" diye elimi koluna vuruyorum, tecrübeyi yine parayla satın aldık...