Nedir Yani?

Bu blog, bir kader ortaklığıdır. Bu blogun bir ayağı Londra'daysa, diğer ayağı İzmir'dedir. Bu blogun yüreğinin bir yanı İstanbul'da atıyorsa, yüreğinin diğer yanı Kiel'de atıyordur. Bu blog Kibariye'yi benimsediği kadar, Oxford'da da okumuştur. Bu blog "Gamzedeyim Deva Bulamam" şarkısını söylediği kadar, Karşıyaka için Mehter'i de söylemiştir.

Bu bloga adam olmaz da dediler, bu blogu disipline de verdiler ama bu blogu başkan da seçtiler. Bu blogu Hamburg'ta bara almadılar, bu bloga kızlar yüz vermediler, bu bloga İstanbul'da iş vermediler. Bu yüzden bu blog, biraz Çiçek Abbas'tır, biraz Yedi Bela Hüsnü'dür, biraz Şaban Erkök'tür ama en çok Türk Sanat Müziği aşkı ile Şakayla Karışık Sadri Alışık'tır.

Bu blog göçtür, gurbettir, sıladır, spordur, aşktır ve elbet yaşamdır.

30.10.2010

Ustalara Saygı #2


Usta yol gösterendir, usta candır, usta öğreticidir. Çok şey öğrendim bu seyahatimde. Otobüsün klimaları akıtmaya başladı yukarıdan ve usta bize yol gösterdi. Saygılar..

Bu Yol Yemeğe Gider

Bana çocukluğumu hatırlatan anların, yerlerin ve eşyaların listesini yapsam ilk sıralarda yer alan maddeler, rahatlıkla, o sevinçli ekran klasiği "Mustafa Yolaşan ile Pazar 9x" serisi, alın hizasına denk gelen kısmında kocaman harflerle "Schumacher" yazan lacivert bereler, Bisan bisikletlerin selelerinin arkasına monte edilmiş minik alet çantaları ve Köfteci Ramiz'in Akhisar Merkez Çarşı'daki ilk dükkanı olabilir. Çocukluğumun Akhisar'ı ve Dikili'si elbette başka bir yazının belki de serinin konusu olabilecek kadar hikayesi bol birer maceradır. Şimdilerde yaş 25, neredeyse Jim Morrison gibi ortasındayız ömrün. Yaşımın mizacıma katmış oldukları -belki de mizacımdan çaldıkları- kimi zaman yarım kalan sevinçlerimde, kimi zaman bisikletimi tamir ederken, yazlığımıza bitişik bahçede kurduğumuz bisiklet tamir atölyesinin emekçi şevkini ve orada zincire kaptırdığım parmaklarımın acısını tekrar hissetmemde ve nihayet kimi zaman artık iyice çocukluğuma yapılan zaman yolculukları tadını veren Akhisar ziyaretlerimde, Köfteci Ramiz'in Akhisar çıkışındaki dükkanında çalışan garsonların her tatlı seçimi sırasında "Spesiyalimiz tulumbadır. Öneririm efendim." dediğinde kendiliğinden oluşan müstehzi gülüşümde benimle birlikte yaşıyor. Aslında hiç de özele girmeden, geride kalan yılların hikayesi Türk televizyonlarının yaşadığı değişim ile, lacivert berelerdeki "Schumacher" yazısından UGG botlara doğru gelen evrim ile, bisikletin Türkiye'de son yıllarda makus giden talihi ile veyahut Köfteci Ramiz'in 70'lere varan şube sayısı ile anlatılabilir. Fakat derdim, geri döndürülemeyecek olanın peşinden gitmek ve onlara ağıtlar yakmak değil. Aksine benim derdim, alışkanlık haline getirdiğimiz yollardan saparak, hâlâ yaşamaya devam eden o çocukluk anlarına yolculuk etmektir. Bence bunun da en kestirme yolu çocuklukta yapılan yolculukları ve o yolculuklarda -hani artık otoyol çok modern bir şey olduğundan by-pass ediliveren- durulan lezzet duraklarını hatırlamaktır.

Anıların ve lezzetin peşinden gitmek, eğer yolun sonunda yeniden gelme isteği yaratacak bir bağımlılık ve bağlılık yaratıyorsa güzeldir. Bizim de bundan 2-3 yıl kadar önce altımızda bir aile arabası olduğu halde, Kuzey Ege'nin yollarını yavaşça -kat'iyen hıza ve aceleye gerek duymadan- dolaşırken içimize dolan duygu, "Ben bu topraklara aitim" idi. Bu toprakların üzerinde yeşeren ağaca, bu toprakları çizip geçen yola ve bu toprakların kıyısına sokulan denize... Bu nedenle bu topraklarda araba sürmek sadece güvenlik ve hız değildi benim için. Zira araba sürüş tekniği kadar, felsefesi de önemlidir. O yol ile barışık olma felsefesini ben çok küçükken, iki kardeşim de yanımda uyurken, gözlerim açık cin gibi yola, geride kalan şehirlere bakarak edindim. Fakat, çaresiz, o zamanların aile reisi, yola tamamen düşman şekilde araba kullandığından, geçilen yollara hep tekrar gelip geçme tesellisi ile dalıp gitmişimdir. Teselliyi daha da uzatacak yaşta olmadığıma göre küçüklükten bu yana aklıma kazınan ve döne dolaşa tekrar uğradığım benim yol üstü lezzet duraklarıma giriş yapalım.



Gönül isterdi ki, tüm bu lezzet yuvalarını teker teker ziyaret edip, güncel yaşanmışlık ile paylaşayım. Ne yazık, elimden gelen sadece hatırımda kalanları yazabilmektir. Şimdilik, Akhisar - İzmir - Ayvalık üçgeninde düşülen yolların lezzet ve bereket defterine not düşmeye başlıyoruz.

Çocukluğum en büyük yolculukları İzmir'e ya da Dikili'ye doğru olanlardır. İzmir'e ya doktora görünmek ya da Narlıdere ve Menemen'deki akrabaları ziyaret için gidilirdi. Dikili yolculukları ise yaz aylarına yolculuk demekti. Bu yolculuklar beraberinde kimi zaman yol üstü ziyafetler kimi zaman da denenmiş birer fiyasko getirirdi. Misal, İzmir'e doğru giderken, Manisa tabelası görünür görünmez Manisa Kebabı düşüyorsa akıllara, hiç yüksünmeden direksiyon merkeze kırılır ve postanenin karşındaki Manisaspor Kebab Salonu'na giriş yapılırdı. Bu garantili bir ziyafete atılan ilk adımdı. Bir porsiyonu mümkün değil yetmeyen, kızgın tereyağı ve sumak birbirine tav oldukça daha bi' güzelleşen bu kebabın, kişisel dünyamda uzun yıllar Manisa ile tek ilgi çekici şey olduğunu söyleyebilirim. Ne Ağlayan Kaya ne Spil ne de Mesir Macunu, fakat ille de Manisa Kebabı... Kızartılmış domates ve biberin, ince kebaba ince ince yazılışı da ayrı bir destandır. Manisaspor Lokali'nin son halini tam olarak bilmesem de, mutlaka Manisa'da bu kebabı hâlâ hakkını vererek yapan işletmeler vardır. Manisa'dan mı yoksa kebaptan mı ayrıldığımızı henüz anlayamadan eğer Menemen'e devam edeceksek, yol üstü sergilerine hazırlanmak gerekir. Emiralem'e yaklaştıkça köylülerin sergilerinde çilekler ve domatesler kırmızılık yarışındalar sanki, öyle gelir insana. Hangi serginin daha güzel ve daha ucuz çilek sattığı o zamanlar benim işim değil tabî ki. Yalnızca arka koltuğa kucağıma verilen çileğin kendinden şekerli tadı ilgi alanımda. Bu yol üstü sergileri, aslına bakarsan, Akhisar'dan çıkıp Kırkağaç - Kınık - Bergama üzerinden Dikili'ye varan yolun üzerinde öldürücü darbelerini vururlar. Dünyanın en iyi kavunları, Kırkağaç'ta araba bagajlarına, arka koltukta ayak altlarına ve dahi varsa eğer pikapların kasalarına doldurulur, balı içilerek yendiğinden kışa askıya bırakılacaklar bile çok geçmeden tükenir. Kavunlar geride kaldığında, Kınık'a varılır varılmaz ilk iş Kınık Ekmeği almaktır. O kıtır kıtır kesiliveren Kınık Ekmeği, şimdilerde yeni yapılan duble yolun ötesinde kaldı. O yol Akhisar üzerinde İzmir Yolu ile birleşince daha bir çok sergi ve merkez çarşı harikaları da yolun öte yanında kalacaklar. Buna rağmen, acele yoksa yolu bir şenlik olarak görenler, biraz araştırıp sorunca Akhisar içinden Zeytinliova yoluna girince, Mustafa'nın büyük porsiyonlu kasap köftelerinin de tadına varabilecekler, Balıkesir yolundaki Manzara Lokantası'nda sabah çorbalarını sıcak sıcak yudumlayacaklar ve dünyanın en güzel yemeklerinin piştiği kamyoncu lokantalarında patlıcan musakkayı tereyağlı pilav ile mideye indirecekler ve yol boyunca sıralanan sergilerdeki emeklere biraz saygıları varsa, pet şişede zeytinyağından gocunmadan litrelerce alacaklar.

Bu anlattıklarımda geçen yerlerin her biri, şimdi binlerce kilometre uzağımda. Ben gidemesem de, o yerlerde annesinin yardımıyla hayatının ilk köftesini, ilk tulumba tatlısını ya da ilk çileğini yiyen çocuklar var. Onların hafızasına güvenip, bunları yazmasam, anlatmasam da olurdu, ancak eminim ki fırsat bulsam, her bir mekanı ve sergiyi teker teker yeniden ziyaret eder, kendi çocukluk yıllarımın şu hızlı hayat treninden düşüp dizlerini kanatmasına izin vermezdim. Yoksa, çocukluğum da yara ve tentürdiyot yorgunluğu ile uykuya dalar, gurbetteki beni bırakır da iyice yalnız kalırım.

Yollar, yemekler ve yazılar devam edecek. Hoş bulduk.


28.10.2010

Bir Londra'ya Yerleşme Hikayesi

"5 gün ancak bu kadar uzun anlatılabilirdi"

21 Ekim Perşembe

İzmir’de internetten ayarladığım evi son bir kez kontrol ediyorum. Yerini kafama yerleştirmeye çalışıyorum ama çok da önemli değil aslında. Nasıl olsa en yakın metro istasyonundan çıkıp taksi çevireceğim diye düşünüyorum. Yürüyemem çünkü o kadar valizle. Akşamın bir vakti zaten, hiç gerek yok Londra’da kaybolmaya.


Tamam o zaman, ben Cuma geliyorum diyorum ev sahibine valizlerimle. Ady isminde bir çocuk. Asıl ismi biraz daha uzun, bu takma adı. İnternetten araştırıp Hintli olduğunu öğreniyorum. İyidir Hintli, problem çıkartmaz. En azından üç aylık kontrat yapmaya yanaştı, bakarım, pisse, çekilmez biriyse çıkarım diyorum kendi kendime.


Ardından cevap geliyor Ady’den. Seni görmeden burada kalıp kalamayacağın konusunda bir şey söyleyemem diyor. Ama evi görmeye geldiğinde ikimiz de mutlu kalırsak hemen yerleşirsin tabi diyor. Ev işinin garanti olmaması üzüyor beni biraz ama gidince iyi huylu davranırım, kabul etmemesi için neden kalmaz diye düşünüyorum. Zaten Hintli. Alçak gönüllü, saf bir çocuktur muhtemelen.


Yalnız çocuk böyle deyince oldubittiye getiriyormuş gibi valizlerle çıkmayayım istiyorum yanına. Sonra sen zaten benim kararımı beklemeden getirmişsin valizlerini demesin. Valizleri bırakacak bir yer lazım o yüzden birkaç saat. Çocukla gidip görüşürüm, evi beğendiğimi söylerim, o da tamam o zaman taşınabilirsin istediğin zaman der, gidip valizleri getiririm. Hemen internetten kiralık dolap bakıyorum Londra’da. Bir yığın mesaj grupları çıkıyor karşıma. Londra’da metro istasyonlarındaki tüm dolapların kaldırıldığını öğreniyorum bomba koyarlar korkusundan. Özel firma bulur muyum diye araştırıyorum ama yok, hiçbir yerde yok.


Hemen Oxford’tan tanıdığım, memleketine dönmek yerine benim gibi Londra’da işe başlayacak arkadaşlara mesaj atıyorum. Henüz işe başlamamış hiçbiri, ülke dışındalar o yüzden. Olumlu bir yanıt alamayınca bir arkadaşımın arkadaşıyla haberleşiyorum Türkiye’den. Londra’da okuyan bir çocuk. Sağ olsun yardımcı olabileceğini söylüyor. Hatta sen uygun bir istasyonda ver bana bavulları, ben götürürüm benim eve diyor. Tamamdır, bavul problemi çözüldü.



27.10.2010

Çünkü İlkler Önemlidir

Bireysel olarak bakıldığında biri yıllardır aktif bir şekilde blog yazarlığı yapan, diğer ikisi bir hevesle bloglarını açmış ama ilki birkaç ikincisi ise sadece bir yazı yazmış-ki o bile yarıda kalan(?)-, diğeri ise hiç bu işlere bulaşmamış dört kişinin açtığı blog hepsinin ortalamasını alınca bir yıl önce açılan ama aktif kullanımına anca şimdi geçebilen bir özelliğe sahip oluyor. Ama zararın neresinden dönersenli, geç olsun güç olmasınlı atasözleri ve bu bir son değil bir başlangıç klişesi bu durum için de geçerli. O yüzden, geç de olsa: Biz hoşgeldik umarım siz de hoşbulursunuz...

Bu manifestom:

Sanalda reklam peşinde koşanlar,
Bizim fotolarımızı araklıyıp taklit profillerle ortam yapanlar,
Yapay sarışınlar, silikon vadiler, photoshop güzelleri,
Şehir kıroları, ciks olayım derken gay olanlar, fason playboylar,,,
Bize özenebilirsiniz,
Bizi taklit edebilirsiniz,
Ama hiçbir zaman
Bizim gibi kaliteli olamazsınız...
Alayına gider!

Bu da dostlarıma mesajım yanéé:

Sizi üzen beni üzer
Size yapılan yanlış bana da yapılmıştır
Size yapılan yanlış beni çok üzer
Sizi üzen beni çok yanlış

26.10.2010

Ustalara Saygı


İyi de oldu çok güzel de iyi oldu diyebileceğimiz, ustalara saygı kuşağında hayatın her anında yakaladığımız karşımıza bir şekilde çıkan ustalara saygı kuşağını bu karelerde yakayabileceksiniz.. Başlıyoruz. Ustalara saygı...


Katılmıyorum!


Bu bölümde, katılmadıklarımı seri şekilde yazmayı planlıyorum.


Göztepe'nin yok olup gitmesi, yok olması fikrine katılmıyorum. Karşıyakalı' yım. Ama 2 hafta önceden konuşmaya başlanılan derbi sürecini izledikten sonra, lig tablosuna şöyle bir baktım. Galatasaray ve Fenerbahçe' nin puanları toplamı Bursaspor'un puanını ancak geçiyor. Bursaspor, Trabzonspor ve Kayserispor aldı başlarını gidiyorlar. Ama hala konuşulan, Fenerbahçe, Galatasaray, Beşiktaş!

Ne ilgi çekebilir ki? Bursaspor Şampiyonlar liginde puan kaybettikçe, keşke yukarıda saydığım takımlar olsaydı diye iç çekiyor hala UEFA'dan elenmiş takımları yad etmek için basın. İlgi çekmez tabi. Bursaspor' un kısa bir süre Beşiktaş ile rakip olmaya çalışmasını saymazsak hiç bir zaman ezeli rakibi olmadı. Ezeli dostu oldu, hatta bu hafta maçlarında biri 6. dakikada gol yedi, ötekisi de 16.dakikada bu jeste karşılık verdi. Böyle bir dostluk. Ama rakibi olmadı hiç. Kayserispor da keza öyle.


Ama biz millet olarak çok seviyoruz, iki yaka olmayı. Sürekli bir şeyler'ci olmamız gerekiyor. O yüzden ya Fenerli oluyor insanlar ya da cimbomlu! Hal böyle olunca, Bursaspor da Kayseri de İstanbul takımlarının önüne geçemiyor.

Bir hafta düşünün ki, İstanbul takımlarının spor adı altındaki futbol haberlerinde adı geçmesin? Mümkün mü? Bu ülkede böyle bir durumun vuku bulması için, yalnız bir şart vardır. O da lider Göztepe'nin Karşıyaka deplasmanında oynayacağı ve kazananın Süper Lig şampiyonluğunu belirleyeceği sondan 3. hafta müsabakası olacaktır. Stadda 60.000 kişi olacak, dışarıda 20.000 kişi kalacak, İzmir'de yaşamanın keyfini çıkaran milyonlar bu maçtan bahsediyor olacak ki, İstanbul bir zahmet kalkıp burada saatlerce günlerce bu maçı konuşabilecek. Başka türlü yolu yok bu işin!

Bu nasıl olur? Korkmayın, şu anda olmaz. Önümüzdeki en az 7 senede de olması mümkün gözükmüyor. Göztepe'nin onu gömdüğümüz yerden alnı dik olarak çıkmasıyla, Karşıyaka başkanının göreve geldiği gün itibariyle saçmalamamasıyla, milli takımı Karşıyakalılardan oluşturmaktan ziyade, semtte bölgede iyi bir alt yapı kurarak, kendi takımında 4-5 oyuncu katabilmeyi planlamasıyla, İzmir'i yönetenlerin sistem adına ortaya bir akıl koymasıyla ve Altay'ın stadının adının değişmesinde binbir zorluk çıkarıp engel olanlardan ziyade, Beşiktaş'ın stadının adının değişmesine engel çıkarmayan İzmir'in spor yöneticileriyle olur.

Bu yüzden Göztepe'nin kapısına kilit vurması fikrine katılmıyorum. Ayakta kalsınlar ki, biz yeni jenerasyonlar da 60.000+ kişi ile birlikte tuttuğumuz kulübün bir futbol müsabakasını izleyebilelim.