Nedir Yani?

Bu blog, bir kader ortaklığıdır. Bu blogun bir ayağı Londra'daysa, diğer ayağı İzmir'dedir. Bu blogun yüreğinin bir yanı İstanbul'da atıyorsa, yüreğinin diğer yanı Kiel'de atıyordur. Bu blog Kibariye'yi benimsediği kadar, Oxford'da da okumuştur. Bu blog "Gamzedeyim Deva Bulamam" şarkısını söylediği kadar, Karşıyaka için Mehter'i de söylemiştir.

Bu bloga adam olmaz da dediler, bu blogu disipline de verdiler ama bu blogu başkan da seçtiler. Bu blogu Hamburg'ta bara almadılar, bu bloga kızlar yüz vermediler, bu bloga İstanbul'da iş vermediler. Bu yüzden bu blog, biraz Çiçek Abbas'tır, biraz Yedi Bela Hüsnü'dür, biraz Şaban Erkök'tür ama en çok Türk Sanat Müziği aşkı ile Şakayla Karışık Sadri Alışık'tır.

Bu blog göçtür, gurbettir, sıladır, spordur, aşktır ve elbet yaşamdır.

23.12.2010

Bir günde her şeyden biraz

" Canary Wharf, London "


Saat 7.30. Cep telefonumun o insanı ölesiye rahatsız eden melodisiyle uyanıyorum. Uyanıyorum ama gözlerimi açmıyorum tabi hemen. Kızıyorum kendime içimden, hala o melodiyi neden değiştirmedim diye. Zamanım olmadığından da değil ha, uğraştım aslında birkaç kez ama beceremedim.

Biraz etrafımda dönüp yorganımla boğuşuyorum. Normalde hava soğuk olduğunda çıkamam yataktan, gömülürüm yorganın içine uzun süre ama odanın yine hamam gibi olduğunu fark edip itiyorum yorganı bir köşeye. El yordamıyla kafamın üç santim ötesindeki kaloriferi vanasından kapatıyorum. Az da olsa bu hareketlilik ister istemez açıyor tabi uykumu. Bir gözümü açıp camdan dışarı bakıyorum. Tatsız, renksiz bir gökyüzünün altındaki parkı görüyorum önümde. Kaç gündür neşeli uyanmamı sağlayan güneşli park imajı birden siliniyor tabi hafızamdan. Yerlere bakıyorum, ıslak ıslak her yer. Yüzümü buruşturup doğruluyorum. Yarım açık gözlerle duvar dibindeki piyanoyu ve yanındaki gitarı görüp nerde olduğu hatırlıyorum. Hiçbirini çalabilecek yeteneğe sahip olmayan biri için garip aksesuarlar biraz tabi. Muhtemelen kalıp kalabileceğim en ilginç evdeyim hala. Pembenin en pembe tonlarıyla kaplanmış duvarlara sahip, minik beyaz sandalyeleri olan yatak odası mı ararsınız, pencerelerinden içeri sincapların sıçramaya çalıştığı oturma odası mı, duşsuz tas sistemiyle yıkanılan küvet mi? Hepsi var. Dahası da var hatta. Bu İngilizlerin çift musluk sisteminden ne kadar kaçtıysam daha da üstüme geliyor sanki. Evde sıcak ve soğuk suyu karıştırıp verebilen tek bir musluk dahi yok. Eleştirmiyorum ama artık. Madem millet olarak bunu seviyorsunuz, alışacağız elbet.

Az da olsa sabahları biraz daha zaman kazanmak adına kendimi zorla alıştırdığım mısır gevreklerini bir çırpıda yiyip, hazırlanıp çıkıyorum hemen. Kapıyı açar açmaz buz gibi kış havası vuruyor yüzüme. Hani içinize çekince hem kendinize getirir, hem de biraz üşütür ya, öyle bir hava işte. Şöyle bir bakıyorum Canary Wharf’a doğru evlerin dış kapılarını bağlayan ortak balkondan. Devasa şirketlerin fiziksel olarak neye benzediğini merak edenlerin mutlaka görmesi gereken bir yer. Namı değer Londra finans merkezi. Parlak ve yüksek binaları, takım elbiseden başka giyecek bir şey yokmuşçasına giyinen insanları ve haftaiçi bankacılarla tıklım tıklım olan, haftasonu ise bomboş olan publarıyla meşhur bir bölge. Metrosu bile ayrı. Şaşırmıştım ilk başta tüm Londra metro çalışanları grev yaparken Canary Wharf metrosu niye çalışıyor, enayi mi bunlar diye. Gerçeği bir sabah önümden bir trenin tamamı geçince anladım. Önce ön camından uykulu uykulu bakan insanlarla dolu ilk vagon geçti, sıkış tepiş olan ara vagonlar geçti sonra, en sonunda da arka camından uykulu uykulu bakan başka insanlarla dolu vagon. Hani ya, treni kim kullanıyor diye birden kendine geliyor insan tabi. Tamamen otomatikmiş meğerse burdaki trenler, oyuncak tren misali.

Birkaç kişi hızlı adımlarla geçiyor balkonun altından. Şemsiye taşımayı kendimi bildim bileli sevmediğimden kandırmaya çalışıyorum kendimi. Çok da yağmıyor diyorum, zaten iki adımlık yer. Ama yok, yemiyor tabi. Şakır şakır yağmur, nereye şemsiyesiz çıkıyorsun. Şakaklarımdan sular süzüle süzüle ofise girdiğim görüntüyü hayal ediyorum. Yok olmayacak bu iş. Dönüp bir hafta önce ev arkadaşımın bıraktığı şemsiyeyi alıyorum dolaptan. Sormuştum bir keresinde neden aynı şemsiyeden on tane aldın diye. Otelden bedava veriyorlar demişti, her İspanyol gibi kesik kesik konuşarak. Zaten bir iki kullanınca bozuluyor, iyi oluyor böyle diye de eklemişti gülerek. Sonrasında da al senin olsun demişti birkaç tanesini verip.

İyi çocuktu şimdi, hakkını yememek lazım. Bir hafta kaldık aynı evde topu topu ama ne yeraltı gazinolarında rulet masalarına bahis yatırmadığımız kaldı, ne otellerin arka odalarında yirmi kişiyle kart oynamadığımız. Hem sevdim hem de takdir ettim çok. Daha on dokuz yaşında kendini atmış İngiltere’ye İspanya’dan. Ne üniversite, ne baba parası. Kendi kendine para biriktirip gelmiş, bir otelde kapı görevlisi olarak çalışamaya başlamış. Bir şehri yaşamak istiyorsan gezmekle olmaz, orada çalışacaksın demişti ilk konuştuğumuzda. İngiltere’yi bitirmiş şimdilik. Birkaç ay sonra Japonya’ya gidecekmiş. Belki bir restoranda balık pişiririm, belki evlere temizliğe giderim ama Japonya’yı illaki göreceğim diye de eklemişti. “Vize problemi yok gezer tabi” ve “AB’de olunca üniversitede okumaya pek gerek kalmıyor zaten” gibi türlü türlü bahaneler geçti aklımdan ama hiçbiri bu duruma oturmadı. Yok ne dersen de arkadaş, takdire şayan bir karakter.



Düğmesine kuvvetle basarak bir çırpıda açıyorum şemsiyemi. Verandadan çıkınca fark ediyorum o yağmurun aslında yağmur olmadığını. Vurunca acıtan cinsten dolu yağıyor bayağı. On dakika mon dakika ama yemiyor gözüm bu dolunun altında yürümeyi. Hemen tren istasyonuna gidiyorum. Bir durak bineyim diyorum, ne olacak. Tabi bunu diyen tek kişinin ben olmadığımı tren gelince anlıyorum. Kapılar açılınca Ege Üniversitesi otobüsleri misali sıkış tepiş duran bir dolu takım elbiseli insan görüyorum. Hiçbir yere tutunmasan bile düşmeyeceğin şekilde istiflenmiş insan kümesi. Yer olmasa da iktire iktire giriyorum içeri. Bir durak sonra da atıyorum kendimi dışarı.

Esas çalıştığım teknoloji ve operasyon binasını geçip kanalın öbür tarafındaki finans binasına gidiyorum. Sunumun gerçekleşeceği salonu bulup yerleşiyorum hemen. Çok geçmeden de başlıyor zaten şirket tanıtımı. Başarılarla dolu özet bir şirket geçmişi, ufak bir tanıtım filmi ardından konuşmacı duruyor birden. “Biliyor musunuz” diyor, “burada en önem verdiğimiz konu insan ilişkileri ve iletişimdir”. Arkasından da rica ediyor, “Lütfen hepiniz ayağa kalkıp çevrenizdekilerle tanışır mısınız?”.

Hemen ayağa kalkıp başlıyorum tanışma turuna. Hemen yanımdaki orta yaşlı beyefendiye merhaba diyorum. “My name is Ümit” diyor. Ortaokul hazırlık kitaplarındaki yapmacık diyaloglar geliyor aklıma, hani şu Türk isimleriyle donatılmış İngilizce kitaplarındakiler. Demek gerçek hayatta da karşılaşıyormuş insan. Türk olduğunu anlar anlamaz ufak bir sohbete giriyoruz hemen. Türkiye masasında çalıştığını öğreniyorum. Yeni girmiş o da işe. Her ne kadar kriz yavaş yavaş geçiyor olsa da hala her banka gibi burada da işe alımlar donmuş durumda, kolay olmadı girmem diyor. Hatta şaşırıyor benim süresiz kontrat yaptığıma. Kendisinden bir iki Londra tavsiyesi alıp tanışma turuma devam ediyorum.

Az ileride genç bir grup görüyorum, yavaş yavaş aralarına girip merhaba diyorum hepsine birden. Esas sohbet orada başlıyor. Herkes heyecanlı tabi, özellikle de Şubat’ta başlayacak eğitim konusunda. İlk 6 haftası New York’ta, sonraki 6 haftası Londra’da derslerle geçecek, son 4 haftası ise bitirme projesi kıvamında bir grup çalışmasıyla tamamlanacak 4 aylık bir dönem. Herkes bildiğini paylaşıyor dili döndüğünce. Eğitim kısmı iyi güzel hoş tabi ama kıta değiştirip gezmemek olmaz, beni asıl insanların eğlenme potansiyeli ilgilendiriyor. “Haftasonları da araba kiralayıp dolaşmak lazım aslında” diye lafı atıyorum ortaya. Bir iki göz parlıyor hemen ama pek bir şey demiyor kimse. Hala mülakat çekingenliği var herkeste, aman yanlış bir şey söylemeyelim havası. Herkes birbirine bakıyor, ama ben alıyorum cevabımı.

Bir üst katımda çalışan bir kızla tanışıyorum bir de. Türküm diyince kibarlıktan değil, gerçekten seviniyor. Hangi şehir diyor. Alıştım tabi yabancıların bir tek İstanbul ve Antalya’yı bilmesine ama yine de söylüyorum şehrin ismini. Bilmiyorsundur muhtemelen ama Batı kıyısında harika bir şehir diyorum. Gözleri parlıyor birden, ben orda çalıştım diyor bir süre, ticaret odasında. İnanılmaz güzel bir şehir, bayıldım oraya diye de tamamlıyor cümlesini. İlk kez bir yabancının geldiğim şehri bilip güzelliğini takdir etmesi hoşuma gidiyor ister istemez.


Etkinlik biter bitmez dönüyorum Teknoloji binasına. Asansörde yine kızarmış ekmek kokusu karşılıyor beni. Hiç şaşmıyor, sabah 9.30’a kadar ne zaman binseniz, elinde kâğıt tabaklarda kızarmış ekmek ve reçel taşıyan birisini görmeseniz bile kokudan rahatlıkla biraz önce indiğini anlayabilirsiniz. Bayağı bayağı şirkette kahvaltıya geliyor insanlar. Kendi yediğim tatsız tutsuz mısır gevreklerini hatırlayınca fena bir fikir gibi de gelmiyor hakikaten.


Ben de içerideki diğer on küsür kişi gibi sırtımı asansörün arka tarafına verip asansör kapısının üst kısmındaki boşluğa bakarak çıkıyorum kendi katıma. Hala her gördüğümde afallatan o manzarayla karşılaşıyorum asansörden çıkar çıkmaz. Duvarlarda onlarca ülkenin yerel saatleri, sürekli meşgul görünen yüzlerce insan, ellerinde kahve bardakları, kulaklarında her kıtadan insanlarla konuştukları kulaklık ve mikrofonlar, gözlerin bir an bile ayrılmadığı yığınlarca bilgisayar ekranı... Daha dün üniversite sınavına hazırlanırken hiç bilmediğim bir ülkede böyle bir ortamda bulunmak düşündürüyor ister istemez. Sanırım hala bu görüntüyü rutin sayacak kadar bulunmadım orada. Birkaç haftaya varmaz fark etmem bile muhtemelen.

Ben de kahvemi koyup geçen Cuma bıraktığım yerden devam ediyorum projeme. Çok da hatırlamıyorum aslında nerde bıraktığımı. Çıkışta gittiğimiz pub’ta konuştuklarımız daha çok aklımda kalmış niyeyse. Patronumun eşinin nelerden hoşlandığı konusunda en ufak bir fikri bile olmadığı ama neyi sevmediği konusunda uzun bir listesi olduğuna dair esprileri, kimin daha çabuk sarhoş olduğuna dair iddialar, siyah pudingli İngiliz kahvaltısının akşamdan kalmalığı azaltan etkisi, hafta sonu planları, evine bıraktığım, köprüde hafif hafif bir sağa bir sola yalpalayan Hintli kız… Çalıştığım katta şöyle bir etrafıma bakıp çevrildiğim onca ciddi yüzü görünce şanslı hissediyorum kendimi neşeli bir takıma seçildiğim için, belli ki çoğu takımın tercihi daha ciddi bir imaj. Beraberinde iletişimde kopuklukla gelen bir ciddiyet. İletişim önemli, doğru diyor sabahki konuşmacı.

Her zamanki gibi öğle yemeği sonrası ufak bir langırt turnuvası çeviriyoruz hemen takımla. Olmuyor, yenemiyorum yine kimseyi. Takım liderlerini kıdemliler diye bilerek yenmiyorum ayağına yatıyorum ama yok, kırk kez oynasak yine yenemem. Belli ki şirket tecrübesiyle paralel ilerliyor langırt tecrübesi.

Öğleden sonra büyük bir odaya çağırılıyoruz. Takım toplantısı adı altında, “MAGNET konusundaki TCM’ler LEO’da DDI istisnalarından kaynaklanıyor” gibi her cümledeki iki kelimeden birinin anlam veremediğim kısaltmalardan oluştuğu bir toplantı yapılıyor. En garibi de toplantıya New York’tan, Montreal’den, Mumbai’den canlı olarak katılıp fikir belirten takım üyeleri. Fiziken olmasa da beynen 70 kişi o odada sanki. Belli ki artık ülke değil, kıta sınırları bile kalkmış toplantılarda.


" Operations & Technology, Morgan Stanley, London HQ "

Herkes yavaş yavaş terk etmeye başlıyor ofisi akşam üstüne doğru. Ben de ceketimi alıp çıkıyorum. Dışarıya adımımı attığımda o soğuk yağmur damlaları karşılıyor yine beni. Bir elimdeki şemsiyeye, bir de kanalın etrafından dolaşıp yaşadığım yere giden yola bakıyorum. Niyeyse içimden gelmiyor siyah bir kumaşın altında eve gitmek. Şemsiyemi açmadan, elimde sallaya sallaya yürmüye başlıyorum. Öyle başı öne eğik, yağmura selam verir modeli de değil hem, başımı gökyüzüne kaldırarak yürüyorum. Damlaları yüzümde hissede hissede.

Eve gelince birkaç gün önce tanıştığım yeni ev arkadaşlarım karşılıyor beni. Ev sahibi olan kızın İtalya’dan arkadaşları. Birkaç gün gezelim, bir de Londra’yı görelim diye gelmişler. İki hoş beşten sonra İngilizceyi diğerlerine nazaran daha iyi kıvıran kız özür diliyor benden. Anlamıyorum tabi. “Senin çikolatalarını yedik bugün, sabah çok acıkmışız” diyor. Gülerek saçmalamayın diyorum, yiyin tabi. Kuzey Avrupa insanlarıyla karıştırdınız herhalde beni.

Ben hadi çıkıp bir şeyler yiyelim demeye kalmadan İtalyan makarnası yapacağız sana diyorlar. Üç kız mutfağa girip çantalarından çıkarttıkları bir yığın sosla makarnayı yapmaya başlıyorlar. Üç İtalyan bir arada olunca muhabbete girmek zor tabi. Yine de Milano’dan bahsettiklerini yakalıyorum arada. Como gölünden dalıyorum ben de muhabbete. Oraları bildiğime şaşırıp soru yağmuruna tutuyorlar bir süre. Derken yoğun buhar ve güzel kokular eşliğinde makarna da pişiyor.

Bir yandan makarnayı yiyor, bir yandan da sevdikleri makarna çeşitleri konusundaki derin sohbeti dinliyorum. “Aldante” ve “parmesan” gibi kelimeleri yakalıyorum ama tam olarak ne diyorlar anlamak mümkün değil. Muhabbetin özü belli ama, onlar da seviyor yemek yemeyi belli ki.

Yunan, İspanyol, İtalyan… Farklı oluyor tabi biraz daha hamurları. Kolay anlaşıyor insan, aynı denizin insanlarıyız sonuçta. Kendi kendine yemeğini yapıp yanında “of, ne güzel olmuş” diye yiyen, bir gıdım da ikram etmeyen Avrupalıları da gördüm. Takdir etmemek elde değil Akdeniz insanını.

Bir süre sonra toparlanıp İtalya’ya dönmek üzere ayrılıyorlar daireden. Onları uğurlayıp haftasonu planları için üniversiteden tanıdığım Ermeni kızı arıyorum. Hangi restoran diyorum bu hafta? Neyi sorduğumu anlıyor hemen, Türk restoranından sonra beğenilir mi bilmiyorum ama Brezilya diyor. Belli ki kebaplar, mezeler ve kahveler çıtayı biraz yükseltmiş herkeste. Diğer arkadaşı da arayıp haber veriyorum durumu. Tamam, yemek işini de hallettik.

Yatmadan e-posta, facebook ve gazete taraması yapıyorum hemen. Gazetede yine AB bayrağı ile Türk bayrağının yan yana konduğu bir haber fotoğrafı görüyorum. Heyecanla tıklıyorum bir gelişme var mı diye ama yok, hep aynı muhabbetler. Yok Almanya ne demiş, Fransa ne istemiş vs. Vize derdinden kurtuluş yok belli ki bir süre daha. İngiliz vatandaşlığını almak şart belli ki diye düşünmeden edemiyorum. Bakalım Avrupa Birliği’ne ülkemden önce girebilecek miyim.

Saat 00.23. Yine geç olmuş biraz. Cep telefonumun alarmını kontrol edip yatağa atıyorum hemen kendimi. Ah, yine değiştiremedim alarmın melodisini. Belki yarın…

2 yorum:

Unknown dedi ki...

Yazını okumak bugün aklımıza geldi.Yine çok akıcı yazmışsın.Günün ne kadar dolu dolu enerjik derancım.Seni seviyorum bir tanem.Yine böle yazılar bekliyorum.Orada nasıl vakit geçirdiğini,neler yaptığını merak ediyorum çünkü. Annen

10 numara dedi ki...

kolay gelsin