Nedir Yani?

Bu blog, bir kader ortaklığıdır. Bu blogun bir ayağı Londra'daysa, diğer ayağı İzmir'dedir. Bu blogun yüreğinin bir yanı İstanbul'da atıyorsa, yüreğinin diğer yanı Kiel'de atıyordur. Bu blog Kibariye'yi benimsediği kadar, Oxford'da da okumuştur. Bu blog "Gamzedeyim Deva Bulamam" şarkısını söylediği kadar, Karşıyaka için Mehter'i de söylemiştir.

Bu bloga adam olmaz da dediler, bu blogu disipline de verdiler ama bu blogu başkan da seçtiler. Bu blogu Hamburg'ta bara almadılar, bu bloga kızlar yüz vermediler, bu bloga İstanbul'da iş vermediler. Bu yüzden bu blog, biraz Çiçek Abbas'tır, biraz Yedi Bela Hüsnü'dür, biraz Şaban Erkök'tür ama en çok Türk Sanat Müziği aşkı ile Şakayla Karışık Sadri Alışık'tır.

Bu blog göçtür, gurbettir, sıladır, spordur, aşktır ve elbet yaşamdır.

28.10.2010

Bir Londra'ya Yerleşme Hikayesi

"5 gün ancak bu kadar uzun anlatılabilirdi"

21 Ekim Perşembe

İzmir’de internetten ayarladığım evi son bir kez kontrol ediyorum. Yerini kafama yerleştirmeye çalışıyorum ama çok da önemli değil aslında. Nasıl olsa en yakın metro istasyonundan çıkıp taksi çevireceğim diye düşünüyorum. Yürüyemem çünkü o kadar valizle. Akşamın bir vakti zaten, hiç gerek yok Londra’da kaybolmaya.


Tamam o zaman, ben Cuma geliyorum diyorum ev sahibine valizlerimle. Ady isminde bir çocuk. Asıl ismi biraz daha uzun, bu takma adı. İnternetten araştırıp Hintli olduğunu öğreniyorum. İyidir Hintli, problem çıkartmaz. En azından üç aylık kontrat yapmaya yanaştı, bakarım, pisse, çekilmez biriyse çıkarım diyorum kendi kendime.


Ardından cevap geliyor Ady’den. Seni görmeden burada kalıp kalamayacağın konusunda bir şey söyleyemem diyor. Ama evi görmeye geldiğinde ikimiz de mutlu kalırsak hemen yerleşirsin tabi diyor. Ev işinin garanti olmaması üzüyor beni biraz ama gidince iyi huylu davranırım, kabul etmemesi için neden kalmaz diye düşünüyorum. Zaten Hintli. Alçak gönüllü, saf bir çocuktur muhtemelen.


Yalnız çocuk böyle deyince oldubittiye getiriyormuş gibi valizlerle çıkmayayım istiyorum yanına. Sonra sen zaten benim kararımı beklemeden getirmişsin valizlerini demesin. Valizleri bırakacak bir yer lazım o yüzden birkaç saat. Çocukla gidip görüşürüm, evi beğendiğimi söylerim, o da tamam o zaman taşınabilirsin istediğin zaman der, gidip valizleri getiririm. Hemen internetten kiralık dolap bakıyorum Londra’da. Bir yığın mesaj grupları çıkıyor karşıma. Londra’da metro istasyonlarındaki tüm dolapların kaldırıldığını öğreniyorum bomba koyarlar korkusundan. Özel firma bulur muyum diye araştırıyorum ama yok, hiçbir yerde yok.


Hemen Oxford’tan tanıdığım, memleketine dönmek yerine benim gibi Londra’da işe başlayacak arkadaşlara mesaj atıyorum. Henüz işe başlamamış hiçbiri, ülke dışındalar o yüzden. Olumlu bir yanıt alamayınca bir arkadaşımın arkadaşıyla haberleşiyorum Türkiye’den. Londra’da okuyan bir çocuk. Sağ olsun yardımcı olabileceğini söylüyor. Hatta sen uygun bir istasyonda ver bana bavulları, ben götürürüm benim eve diyor. Tamamdır, bavul problemi çözüldü.



22 Ekim Cuma


Ailemle vedalaşıp THY’nin şans eseri rötar yapmadan kalkacak olan uçağına doğru ilerliyorum. Son kontrol noktasından da geçip el sallıyorum. Köşeyi döner dönmez boğazım düğümleniyor yine. Kaçtır gidip geliyorum yurt dışına ama her gidişimde hala aynı duygu. Üzülüyorum güzel ailemden uzak kalacağım için. Biliyorum çünkü sonsuza dek yaşamayacağımızı, vaktim varken hepsiyle olabildiğince çok vakit geçirmek istiyorum. Kardeşimi okuldan alıp yan bahçede top oynayarak, babamla Aydın’da erkek erkeğe gezip rakı sofrasında saatlerce muhabbet ederek, annemle Alsancak’ta kahve içip gelip geçeni eleştirerek, gelecekte neler yapacağımızın planlarını konuşarak geçirmek istiyorum günlerimi.


Hemen yutkunup devam ediyorum yoluma. Dikkatimi valizimi devirmeden çekmeye verip düşünmemeye çalışıyorum.


Uçağa biniyorum en sonunda. Kendi yerimi bulup oturuyorum diyemiyorum çünkü başkası oturmuş yerime. Rus şivesiyle almanca konuşan bir anne ve küçük oğlu cam kenarına kaymış boştur diyerek. Ben gelince sessizleşip yan gözle bana bakıyorlar bakalım bir şey diyecek mi diye. Gülümseyerek koridor tarafına oturuyorum ben de. Zaten 45 dakika, bir yükselip beş dakika sonra alçalmaktan ibaret İzmir İstanbul uçuşu, kim nereye oturursa otursun.


Uzun aradan sonra ilk kez Atatürk havalimanına iniyorum. Genelde küçük havalimanlarını tercih ediyorum çünkü, aktarma yapması daha kolay oluyor. Ama THY böyle uygun görmüş, yapacak bir şey yok.


Uçaktan çıkıp dış hatlara geçiyorum. Yaklaşık bir saat pasaport sırasında takılıyorum. Zaten uçuşlar arası iki saat var, bir saat böylece gidiyor. Sırada değişik tipler takılıyor gözüme. Anlayamadığım bir dilde konuşan genç bir çocuk var mesela, pislik içinde. Arkadaşlarıyla itişip kakışıyorlar sırada. Bir de benden bir on santim kadar uzun güzel kumral bir kız var. Beni tanıyanlar benden on santim uzun olmanın pek alışılagelmiş bir şey olmadığını anlayacaklardır. Yabancı olduğu besbelli yüzünden. Rus herhalde diye düşünürken babasının sorusuna “Da” diye cevap vererek onaylıyor bu düşüncemi. Bir de elinde parlak altın rengi torbalarla ilerleyen yabancı iki üç teyze var. İçlerinde havaalanından alınmış rakı kutuları görüyorum. Yabancıların da rakıyı sevebildiğini hatırlayıp seviniyorum içimden.


Gümrükten geçip uçağa biniyorum. Cam kenarındayım bu kez. Uçak kısa sürede tıka basa doluyor. Önümden arkamdan herkesin İngilizce konuştuğunu duyuyorum. Hah diyorum, geldik işte İngiltere’ye yine. İşin ilginç tarafıysa uçağın yaş ortalamasının 70 olması. Demek ki İngiltere’de de yurtdışında gezebilmek için emekli ikramiyesi gerekiyor, başka türlü çıkmıyor para.


Uçak kalkmadan bir tartışma çıkıyor uçakta, tam da benim oturdum hizada. Arka sırada oturan uzun boylu yaşlı bir İngiliz var. Öndeki koltuğu yatırınca ayakları sıkışıyormuş, kibarca uyarıyor öndeki beyefendiyi. Beyefendi dediğim de kavruk tenli, Ekim sonunda uçağa deniz şortuyla binmiş bir adam. Koltuk bozuk diyor, dik durmuyormuş bir türlü. Ama küstahça söylüyor biraz. İngiliz şivesi yok, belli ki bizim memleketten. Derken yanından geçen hostesi çeviriyor. Arkamdaki beyefendi rahatsız oluyor koltuk dizine dayandığı için, bana başka bir koltuk bullun diyor. Başka koltuğumuz yok cevabını alınca Business Class’ta da mı yer yok diye soruyor. Tamam diyorum, anlaşıldı amacı. Hostesler ne yapacağını bilemiyor. Bozuk bir İngilizceyle arkadaki İngiliz’e efendim koltuk dizinize mi çarpıyor diyorlar. Adam oldukça iyi niyetli. Yok yok, biraz önce çarpıyordu ama şimdi iyi, siz kaldırınca düzeldi diyor. Hostes ya İngilizcesi yetersiz olduğundan, ya da dinlemeyi bilmediğinden tekrar ediyor. Anlıyorum efendim diyor, ama uçakta başka koltuğumuz yok, idare edemez misiniz diyor. Adam tekrar problem yok, iyiyim şu an diyor ama nafile. Hostes tekrar ediyor. Yer olsa gerçekten başka yere alırdım ama yok. Böyle dizinize koymak için battaniye versem olur mu diyor. İngiliz adam gülümsemesini bozmadan yok teşekkür ederim iyiyim diyor. Bu sefer anlıyor hostesimiz. Benim sıramda oturan “beyefendi” hariç herkes için mutlu olarak sonuçlanıyor durum. Kendisi bu fırsatı Business Class’a geçerek değerlendiremediği için üzgün biraz.


Camdan İstanbul’u izliyorum terk ederken. Hoşuma gidiyor arkamda bıraktığım şehre yukardan bakıp vedalaşmak. Şöyle bir süzüyorum boydan boya ve yolculuğun tadını çıkartmaya çalışıyorum.


Çok uzun sürmüyor uçaktaki sessizlik. Hostesler yiyecek ve içecek dağıtırken kavruk tenli beyefendi bana iki şişe şarap verin diyor. Bir daha bir daha çağırınca siz yorulursunuz sonra diyor. Hostes gülümseyerek hemen iki tane uzatıyor. Yemekler biter bitmez bir tane daha istiyor. Kalmadı cevabını alınca da rakıya geçiyor beyimiz. Yüzünü ekşite ekşite içiyor rakıyı.


Tüm bu olayları tiyatro gibi izlerken birden sahneye çıkıyorum ben de. Şaraptan sonra rakı da iyi gidiyor haa diyerek laf atıyor bana. Aramızda bir koltuk var aslında ama aramızda oturan yaşlıca bir İngiliz hanım olduğundan lafı benden başka karşılayacak birisi yok. Gülümsüyorum sadece. İster misin sen de diyor. Yok diyorum, karıştırmak istemiyorum. Zaten çok işim var inince, böyle kalsam daha iyi diyorum. Ama muhabbet açılıyor bir kere. Klasik sen ne yapıyorsun, niye gidiyorsun sorularından sonra kendisi anlatıyor. Çobanım ben diyor. Londra’nın az dışında yaşıyormuş. Belli diyorum içimden.


Durup durup laf at da konuşalım hadi diyor. Uçakta, otobüste muhabbet kurmaya çalışan çok kişi gördüm ama böylesiyle ilk kez karşılaşıyorum. Konuşuyoruz bir süre ama muhabbeti çok da uzatmıyorum. Derken yine atıyor ortaya lafı. Şu hostese aşık oldum ben yaa diyor, o nasıl bir şey öyle diye de pekiştiriyor cümlesini. Bir arkadaşım geliyor hemen aklıma. Baktığı taraftaki hostese bakıp sarışın olan mı diyorum. Hani insan demez olaydım der ya, öyle hissediyorum kısa bir süre sonra. Vaay, sen de beğendin demek, kapışırız diyor. Ya sabır diyorum içimden.


İçki belli bir eşik değeri geçtiğinden midir, yoksa genel karakteri mi böyledir diye düşünürken bana dönüp, dur çağırıyorum ben hostesi diyor. Soracağım hangimizi daha çok beğendi diye. Sen soracaksan sor, beni karıştırma diyorum. Yok yok deyip çeviriyor hostesi. Bak biz ikimiz seni çok beğendik, o yüzden sormak istiyoruz. Hangimizi seçerdin diyor. Ben bakmıyorum bile ama sıkılıyorum durumdan. Orda işini yapan kızcağıza böyle hödüklük etmesi sinirimi bozuyor haliyle. Yazık kızcağız teşekkür ederim efendim, çok incesiniz deyip ayrılıyor hemen.


Bununla bitiyor mu olay? Tabi ki bitmiyor. Kız her geçerken aşık oldum ben sana diyor. Kız da mümkün mertebe gülümsemeye çalışıyor geçerken. Kızın profesyonelliğini takdir ediyorum ama üzülüyorum bir yandan da böyle bir şeye maruz kaldığı için. Birden aramızdaki yaşlı bayana dönüyor bizim eleman. Teyzeciğim diyor, ne yapmalıyım. Çok beğendim kızı, kalbim küt küt çarpıyor, bir tavsiye ver bana diyor. Ama bunlar söylediklerinin Türkçe çevirisi değil, direk böyle söylüyor. Altmışlarının sonlarında gözüken İngiliz teyzeyle Türkçe konuşuyor. Teyze kendisinin yabancı olduğu yeterince belli olduğunu düşünüyor olsa gerek, adamın İngilizce konuştuğunu ama şivesini anlayamadığını sanıyor. Söylediği “çok” kelimesinden esinlenerek “chocolate?” diye soruyor. Ne çaklıtı teyze diyor adam. Teyze bana dönüyor sorar gözlerle. Çevirsene diyor adam da bana bakıp. Anlatıyorum teyzeye adamın derdini. Gülüyor teyze, telefon numarasını sor kızın diye tavsiye veriyor. Adam hemen dönüp ilk geçen hostese beğendiği hostesin telefon numarasını soruyor. Sınır tanımıyor yani. İlk hostes gülerek geçiyor. Arkasından beğendiği hostesi çağırıyor. Buyurun diyor hostes. Telefon numaranı verir misin diyor kıza. Kız durumdan sıkıldığını belli etmemeye çalışarak üzgünüm efendim diyor, yolculara telefon numaramızı veremiyoruz. Kibar bir şekilde reddediyor yani profesyonelliğini bozmadan. Adam baktı olmuyor, teyzeyle başlıyor muhabbete. Bir çeviriyorum, iki çeviriyorum ama sıkılıyorum artık. Sürekli aşığım ben muhabbeti yapıyor. Dönüp önüme oturuyorum. Çevirmeyeceğim artık, İngilizce bildiğin kadar anlat sen derdini diyorum. Teyzeye de adamın biraz fazla içtiğini, ondan kusura bakmamasını söylüyorum. Teyze anladım zaten diyor, sürekli saati soruyor bana kaç dakika kaldı diye. Son iki saat bu muhabbetler yüzünden öyle yavaş geçiyor ki bıkıyoruz ikimiz de. Tam da o anda uçaktan yolcu atılamamasının ne kadar sıkıntılı olabildiğini düşünüyorum. Otobüs olsa indirirlerdi şimdiye.


Yolculuk bitiyor sonunda. Uçaktan inerken bile evlen benimle diye bağırıyor kıza uzaktan. Çevresindeki İngiliz teyzelere de yardım edin bana diyor ama gülüyor bir yandan da. Teyzeler bana dönüp hiç susmuyor mu bu diyorlar. Benim alakam yok onunla, uçakta tanıştım diyorum. Kaza bela ayrılıyoruz uçaktan.



Hemen metroya iniyorum vakit kaybetmeden. Gideceğim hatlara bakıp hangi istasyonlarda değiştirme yapmam gerektiğini ezberliyorum.


Valizleri bırakacağım arkadaşla buluşacağımız istasyona geliyorum sonunda. Trenden inip, cep telefonu hattımı değiştiriyorum. İngiltere’den aldığım Vodafone hattı takıyorum telefona. PIN kodunu giriyorum. Telefon açılsın diye beklerken PIN yanlış uyarısı veriyor telefon. Nasıl ya diyip bir daha giriyorum. Bir hakkınız kaldı diyor telefon. Yıllardır hep aynı PIN kodunu kullandığımdan şaşırıyorum haliyle. SIM kart oturmadı herhalde tam diye düşünüyorum. Kartı çıkartıp üfleyip silip tekrar takıyorum telefona. Bir daha giriyorum numarayı. Hattınız kitlenmiştir diyor telefon. Derken aklıma geliyor. İngiltere’deki hattım diye seneler önce çekmeceye attığım Türkiye’deki Vodafone hattımı getirmişim belli ki.


Türkiye’deki hattımı takıyorum tekrar. Metroda çekmiyor tabi. Valizleri basamak basamak yukarı çıkartıp arkadaşı arıyorum. Sesli mesaja giriyor direk. Tekrar arıyorum ama aynı ses telefonun kapalı olduğunu, mesaj bırakabileceğimi söylüyor. Tüh diyorum, arkadaş metroda herhalde, onun da çekmiyor telefonu. İstasyona iniyorum tekrar, etrafa bakınıyorum ama göremiyorum. Metronun birden çok çıkışı olduğunu görüyorum. Belli ki başka bir tarafta bekliyor. İkimiz de aynı anda bunu düşünüp dolaşırsak bulamayız birbirimizi diye düşünüp bekliyorum olduğum yerde. Yukarı çıkıp arıyorum arada yine ama ses yok. Bir elimdeki valizlere bir de diğer çıkışlara giden merdivenlere bakıyorum umutsuzca. Gözüm yemiyor ve valizlerle tekrar atlıyorum trene.


Bir saat sonunda varıyorum evin yakın olduğu istasyona. Yakın dediysem öyle yürüyerek yakın değil. Arabayla yakın. Taksi çevireceğim yer yani. İstasyondan çıktığımda havanın karardığını görüyorum. Biraz ilerleyip anayola benzeyen bir caddeye çıkıyorum ama pek bir araba geçmiyor. Geçen de taksi değil ne yazık ki. Yaklaşık yarım saat bekliyorum orda. Arada siyah İngiliz taksileri geçiyor ama durmuyor hiçbiri. Böyle olmayacak diye düşünüyor ve büfedeki adama soruyorum nerden taksi bulabilirim diye. Tesco’nun önünden diyor kafasını okuduğu şeyden kaldırmadan. Bu yetersiz cevabın akabinde beklenen soruyu yöneltiyorum kendisine, Tesco nerede diyorum. Parmağıyla gösteriyor yönü yine bakmadan. Teşekkür edip o tarafa yürüyorum. Kısa bir süre sonra süpermarketin önüne geliyorum. Taksiye benzer bir araç var bekleyen. Şoföre gidip taksi mi bu diye soruyorum. Hayır diyor. Nerede taksi bulabileceğimi sorduğumda bilgi yarışmasında zor bir soru sormuşum gibi kitleniyor, yüzüme bakıyor boş boş. Bilmem gibi ellerini kaldırıyor. İçerde telefon var diye yaklaşıyor arkamdaki bir kadın. Ordan ücretsiz taksi durağını arayıp çağırabilirsin. Hemen girip çağırıyorum bir tane ve sonunda taksiye biniyorum.


Şoför bizim memleketteki şoförler gibi, muhabbet kurmaya çalışıyor hemen. Belli ki bölgeyi tanıyıp tanımadığımı tartıyor. İnşallah Londra turu atmayız diye geçiriyorum içimden. Neyseki iyi çıkıyor adam, beş dakikada bırakıyor beni istediğim yere. Kartını veriyor bir de, bir daha cepten de arayabileyim diye.


Elimdeki bavulları sürükleye sürükleye giriyorum binaya. Bina dediğim de otuz küsür katlı, ilginç bir yapı. Girişte concierge denen adam karşılıyor beni, kapıcıdan çakma bir meslek. Biraz daha havalısı. Elimdeki büyük bavulları görünce kaşını çatarak garip garip bakıyor sanki hiç kimse taşınıyor olamazmış gibi. Ben bir arkadaşa geldim diyorum, ev numarasını söylüyorum. Yalnız bavulları burada bırakabilir miyim diye soruyorum. Ne kadar sürecek diyor. Onbeş dakikada gelirim deyince onaylıyor ve köşeye bırakmamı söylüyor. Bavullardan kurtulup daireye gidiyorum.


Kapıyı çalıp beklemeye başlıyorum. İçeriden ünlü bir sitkomun yapay gülme sesleri geliyor. Derken açılıyor kapı. Saçları jöleli zayıf bir Hintli çocuk görüyorum karşımda. Bir yandan telefonla konuştuğu için gözlerle selamlaşıyoruz ve içeri giriyorum. Telefonu kapatır kapatmaz da resmen selamlaşıyoruz.


Evi gezdiriyor önce biraz. Kusura bakma diyor, ne zaman geleceğini tam bilmediğim için tırnaklarımı kesiyordum ben de. Daha cümlesini bitirmeden törpü aleti takılıyor gözüme masadaki. Kendi odasını gösteriyor. Burası da benim odam diyor. Spor salonlarında kas geliştirmek için kullanılan istasyonlardan var bir köşede. Diğer tarafa da koşu bandı koymuş. Spor yapmayı seviyorum diyor, burada kas geliştiriyorum. Sen de yapar mısın diye soruyor. Vücut geliştirme yapmasına rağmen bu kadar çelimsiz ve zayıf gözükmesine şaşırıyorum biraz ama çaktırmıyorum.


Muhabbet arasında soruyor, gece kulüplerine gitmeyi sever misin diyor. Anlatıyorum ben de. Oxford’tayken sıkça gittiğimi, ama çalışırken muhtemelen o kadar vakit ayıramayacağımı düşündüğümü anlatıyorum. Arada giderim ama diyorum. Peki Londra’da hiç gittin mi gece kulübüne diyor. Bir kere diyorum, adını söylüyorum. Cümlemi bitirince soruyor hemen, orası gey kulübü mü diye. Sanki bana hakaret etmiş gibi hayır diyorum hemen, alakası yok. Normal bir yer diyorum, güzel, büyük bir yer, sanki gey kulüpler küçük ve dandik oluyormuş gibi. Hıı diyor, gey kulüpler daha çok şehrin öbür bölgesinde olduğu için ben oraya gidiyorum diyor. Ancak o zaman jeton düşüyor benim. Gey fobisi olanlardan değilim aslında ama niyese irkiliyorum birden. Hiç beklemiyormuşum demek ki. Yine de diyorum, ev evdir, kalabilirim aslında. Ama bir yandan da önce gel görüşelim, sonra karar vereceğim demesi, kaslarını anlatması gibi detaylar geliyor aklıma. Kendine erkek arkadaş aradığı fikrine kapılıyorum ister istemez. Ama kalacak yer de lazım. Bir aylık kontrat yapabilir miyiz diye sormayı düşünürken yalnız senden sonra da evi görmeye gelecek birkaç kişi var. Sana kararımı bu haftasonunda söylerim diyor. İkinci tas soğuk su dökülüyor yine üzerime. Demek ki burada kalamayacağım bu akşam. Son anda yaptığı bu yamuk bütün planlarımı alt üst ediyor tabi. Tamam deyip teşekkür edip çıkıyorum. Akşamın bir vakti kalacak yerim yok ama yine de üzülmüyorum çok. Zaten kalmak istemiyorum orda.


Cebimdeki taksicinin kartını çıkartıp arıyorum. Ancak onbeş yirmi dakikaya gelebileceğini söylüyor. Tamam diyip beklemeye başlıyorum. Hava da serin biraz, İzmir’den sonra üşütüyor insanı. Etrafa bakarak zaman geçiriyorum binanın önünde. Her beş dakikada bir lüks spor bir otomobil gelip park ediyor sokağa. İçinden de hep genç, çekik gözlü bir çocuk çıkıyor. Yorumsuz izliyorum hepsini.


Derken bir araba yanaşıyor. Taksi lazım mı diyor. Saate bakıyorum, saat gelmiş ama öbür taksici yok meydanda. Daha fazla beklemek istemiyor ve atlıyorum ayağıma gelen taksiye. Şoför Yunan şivesine benzer bir şiveyle soruyor nereye gitmek istediğimi. Güzel soru. Hiçbir fikrim yok. Yakın uygun fiyatlı bir otel var mı diye soruyorum. Düşünüyor bir süre. İki otel var bu civarda diyor. Birisi üç yıldızlı, diğeri yıldızsız, daha uygundur muhtemelen diyor. Gelmeden baktığım otel fiyatları geliyor aklıma, bir gecede yüz pound harcamak istemiyorum ve ucuz olana götürmesini söylüyorum.


On beş dakika kadar sürüyor yolculuk. En sonunda küçük, bahçesindeki tabelada büyük harflerle HOTEL yazan eski bir eve geliyoruz. Tabelanın alt kısmınaysa el ile tek kişilik odanın geceliği otuz beş pound olarak yazılmış. Hep merak ederdim böyle otellerde kimler kalıyordur ki acaba diye. Taksiye beklemesini söyleyip otelin kapısından yer var mı diye soruyorum. Bir yandan da aklım valizlerde tabi, adam basıp giderse ne yapacağım diye. Plakayı ezberliyorum çaktırmadan. Plaka da ne işime yarar bilmiyorum gerçi ama ezberliyorum yine de.


Marcia kaşlarını çatıp bayan arkadaş getirmek yasak yalnız diyor. Ne alakası varsa. Öyle bir izlenim yaratmışım herhalde. Boş oda olduğunu öğrenir öğrenmez geri koşuyorum taksiye. Bavulları indirip parasını ödüyorum ve otele giriyorum. Otelin sahibi Marcia isminde oldukça bozuk İngilizce konuşan yaşlı bir Rus. Üzerindeki kıyafetin desenleri kirden ve kırışıklıktan gözükmüyor. Odanın ücretini ödeyip odaya doğru ilerliyorum. İncecik bir koridorun ortasında bir masada oturan dört zenci var, yemek yiyorlar. Selam verip çarpmadan masanın kenarından adım adım geçiyorum. Arkadan da otel yöneticisi bağırıyor zencilere. YER VERİN ADAMA, ÇEKİN SANDALYELERİ BİRAZ, HEEY! Bağırış çağırış arasında anahtarın üzerindeki numarayla aynı numarada olan kapıyı buluyorum.


Odanın eni ve boyu aşağı yukarı benim boyum kadar. Duvarın her tarafında is lekeleri görüyorum. Eski tahta bir dolap konmuş bir tarafa, kapağı kırık olduğundan düzgün kapanmamış. Yatak var bir de tabi. Mavi kılıflı yorganın üzerinde her renk leke mevcut. En çok da beyaz lekeler var. Bu lekelerin ne olabileceğini düşünmemeye çalışarak valizlerimi sokuyorum odaya. Bu saatten sonra başka bir yere gitmek mümkün değil. Saat on da olsa, Londra’nın bu bölgesinde hayat durmuş gibi, araba bile geçmiyor sokaktan.


Laptopumu koluma takıp başlıyorum yürümeye yemek yiyebileceğim bir yerler bulma umuduyla. Az ileride Yeşil Irmak isminde bir bakkal görüyorum. Hemen yanında da bir kebapçı var. Yurtdışındaki Türk esnafın destek mi köstek mi olacağı pek belli olmadığından kaçınıyorum oradan. Zaten tavuk alerjim de var, hiç gerek yok şimdi yüzde bilmem kaç tavuklu döner yiyip alerji olmaya diye düşünüyorum.


Biraz daha ileride bir pub buluyorum. Camlarında “Wi-Fi” işaretini arıyor gözlerim ama bulamıyor. Acilen internete girmem gerektiği için pas geçiyorum. Bir sonraki pub’ta aradığım işareti bulup giriyorum.


Masadaki menüyü elime aldığımda eski bir arkadaş görmüş gibi seviniyorum. Zira bu pub, Oxford’tayken severek gittiğim, hem otantik hem de fiyatları oldukça uygun bir pub zincirinin bir şubesi. Bir oh çekerek büyük porsiyon bir Chilli con Carne söylüyorum, pilav üstü kuru fasulyenin şık söylenişi.


Hemen laptopu açıp civardaki otellerin sayfalarına bakıyorum. Her yeni otel sayfasını açtığımda umudum biraz daha tükeniyor. Otellerin hiçbirinde haftasonu yer olmadığı gibi geceliği yüz yirmi poundtan aşağı yer yok. Öğrenci yurtlarının sitelerine bakıyorum. Çok da sevmem on kişiyle aynı odada yatmayı ama o an bulunduğum otelden daha güvenli geliyor bu ihtimal. Londra’daki tavsiye edilen yurtlara bakıyorum ama onlarda da aynı durum, hiçbirinde yer yok.


Tüm bu paniğin arasında yemeğim geliyor. Laptopu bir kenara itip sakince yemeğimi yiyorum etrafı izleyerek. Yemeğim bitince biraz daha araştırma yapıp pub’tan çıkıyorum ve otele doğru yürümeye başlıyorum.


Yürüdükçe ellerindeki fişekleri yakıp caddeye fırlatan, birbirleri iktirip küfreden zenciler görüyorum her yerde. Ben geçerken durup bana bakıyor hepsi. Uzun süredir hissetmediğim kadar korkuyorum. Hiçbirinin gözlerine bakmadan devam ediyorum. Hem saldırgan köpeklerde hem de kavga arayan gençlerde işe yarayan bir yöntem. Problem yaşamadan otele dönüp odama giriyorum.


İkinci kez girdiğimde oda ilk gördüğümden daha da kötü geliyor gözüme. Yatağın ayak ucundaki lavaboya bakıyorum bir süre. En azından lavabo temiz. Cep telefonumun alarmını sabah sekize kuruyorum. Erkenden kalkıp ev bakiyim diye. Derken laptop çantamın iç gözündeki bir şey çarpıyor gözüme. Küçük kardeşimin Fethiye’den benim için getirdiği kumsal taşı. Çantanın arka gözünde de annemin giriş sayfasına ufak bir not yazdığı romanı buluyorum. İster istemez ailemin yanında ne kadar mutlu olduğumu hatırlıyor ve Londra’da böyle iğrenç bir başlangıç yaptığım için üzülüyorum. Fazla düşünmeden ışığı kapatıp yatağa uzanıyorum. Yorucu bir günün ardından ara ara ayaklarımı lavaboya çarparak uykuya dalıyorum.



23 Ekim Cumartesi


Alarm sesiyle uyanıyorum. Hiç tahmin etmediğim kadar güzel uyumuşum, yorgunluktan olsa gerek. Kalkıp lavabonun yanında asılı duran havluyu alıyor ve koridorun diğer tarafındaki duşa gidiyorum. Yiğidi öldür hakkını yeme demişler, hem duş hem de tuvalet oldukça temiz görünüyor. Tek falso bir zamanlar mavi olan duş perdesinin isten simsiyah hale gelmiş olması. Yüksek ısıda çalışan kaloriferlerin bir sonucu olsa gerek.


Duşumu alıp giyiniyorum ve Marcia’ya kalışımı bir gün daha uzatmak istediğimi söylüyorum. “You give money, you stay” diyor bana. Parayı ödeyip otelden çıkıyorum. Yolda yürüyen tek beyaz olmam zenci mahallesinde olduğumu kanıtlıyor. Aynı pub’a gidiyorum yine laptopumla. Sabah saat 9 ama biralarını çoktan eline almış beş on kişi görüyorum. Bir kısmı Nijeryanın geleceğiyle ilgili derin bir sohbete girmiş, bir tanesi de telefonla arapça konuşup selamünaleyküm diye kapatıyor telefonu. Laptopu fişe takabileceğim bir masa görüp oturuyorum. Türkiye’deki köy kahvaltıları gibi olmasa da bacon’ıyla, fasülyesiyle, lincolnshire sosisleriyle kendini özleten İngiliz kahvaltısı ısmarlıyor ve araştırmaya başlıyorum.


İnternete girince bir arkadaşımın mail’ı karşılıyor beni. Sağolsun hiç unutmaz, hep arar sorar İngiltere’ye gidip döndüğümde. Durumu anlatan bir cevap atıyorum ve kiralık ev sitelerine girmeye başlıyorum.


Kiralık evlerin fiyatları oldukça yüksek, maaşımın yarısından fazlasını ev kirasına vereyi düşünmediğimden ev arkadaşlığı sitelerine giriyorum. Yığınlarca ilan var. Tamam diyorum, kolay olacak bu iş. Acilen eve ihtiyacım olduğu için hemen müsait olanlardan fena gözükmeyenlere site aracılığıyla mesaj atıyorum. Çoğu telefon numarasını belirtmemiş, demek ki internetten haberleşiyorlar.


Yaklaşık bir yirmi otuz eve mesaj atıyorum. Telefonu olan birkaç tanesini de not ediyorum İngiltere hattım için yeni sim kart alınca ararım diye. Çok da kafaya takmayıp tekrar geçici otellere bakmaya başlıyorum, belki uygun fiyatlı bir yer bulurum diye. Ama sonuç aynı. Şehrin batı yakasında günlüğü 50-60 pounda yerler olduğunu görüyorum ama birkaç haftadan aşağıya kiralamıyorlar odaları. İş yerim ile arasındaki mesafeyi hesaplıyorum, bir saatten fazla. Ayrıca her yediğim ekstra paranın vermeyi düşündüğüm ev kirası ve depozitodan gittiğini hatırlayıp vazgeçiyorum. Ucuz bir yerler lazım bana.


Yine sonuç çıkmıyor araştırmalardan. Bu arada arkadaşımdan mesajlar yağıyor. Yardım isteyebileceğim kişilerin e-posta adreslerini yolluyor bana. Tek tek iletişime geçiyorum hepsiyle. Sağ olsun diğer arkadaşlarım da başlıyorlar soruşturmaya.


Kaldığım yerin harita üzerinde nereye düştüğünü öğrenebilmek için pub’ın posta kodunu aratıyorum Google’da. Peckham diye bir bölgedeymişim. En yakın metro istasyonu yarım saat yürüyüş mesafesinde. Ardından yeni SIM kart almak için Vodafone şubelerinin yerlerine bakıyorum internetten. Çalışacağım şirketin bulunduğu bölgede bir şubesi olduğu görüyorum. Metroyla yirmi dakika mesafede. Yerini not alıp yola çıkıyorum.


Vodafone şubesine girdiğimde Flashforward isimli dizide Demetri karakterini oynayan oyuncuya oldukça benzeyen bir Asyalı karşılıyor beni. Konuşma tonunda bile aynı kendine özgüven var. Birkaç güvenlik sorusundan sonra hattıma ait yeni bir sim kart veriyor bana. Oradan çıkıp interneti olan başka bir pub’a gidiyorum civardaki.


Ev aramaya devam ediyorum. Birkaç ilanda telefon numarası görüp arıyorum ama açmıyor kimse. Yine bir yığın eve mesaj atıyorum. En sonunda sıkılıp çok da geç olmadan geri dönüyorum kaldığım mahalleye. Yerel bir pub’ta akşam yemeğimi yiyip otele geçiyorum tekrar.


Otelde cep telefonumu bilgisayarıma bağlayıp birkaç ilana daha başvuruyorum yatmadan. Bir yandan da burnumu çekiyorum. Hasta oluyorum belli ki. Kalın kışlıkların da hepsi Oxford’ta diye hatırlıyorum, bir arkadaşımın evine bıraktığım kolilerde. Bir taşınayım, onları da gidip getiririm artık diyorum en kısa zamanda.



24 Ekim Pazar


Sabah kalkar kalkmaz cep telefonu ve laptop ile kurduğum düzeneği bozmadan mail’larıma bakıyorum. Başvurduğum ilanlardan üç kişi geri dönüş yapmış. Heyecanla açıyorum mail’ları. Herhalde en son iş başvurularımdan sonra gelen mail’larda bu kadar heyecanlanmıştım.


İlk mail oldukça uzun. Adamın biri evin odasını değil tüm evi o fiyata kiraya verdiğini söylüyor. Ancak İtalya’da olduğunu, o yüzden evi gelip göstermeden önce paramın olduğuna dair garanti istediğini söylüyor. Yine aynı hikaye, yine aynı tezgah. Kapatıp diğer mail’ı açıyorum. Yine uzunca bir mail. Ev babam üzerine diyor mail’da, evi ancak o kiraya verebilir. Ben evi gelip gösterirdim ama babamla anlaşmadan yapamam. Babam da genelde maddi kanıt istiyor diyor. Western Union… Okumuyorum gerisini. Acemi bunların hepsi herhalde diye düşünüyorum. Yalan söylerken bu kadar detay verilmez. Hakikaten aldanıp para yollayan oluyor mudur diye de düşünmeden edemiyorum.


Üçüncü mail oldukça kısa. Tabi diyor mail’da, bugün gelebilirsin istersen. Telefon numarası var bir de. Hemen arayıp öğleden sonra orda olacağımı söylüyorum. Hazırlanıp, kahvaltımı edip çıkıyorum.


Ev sahibiyle metro çıkışında buluşuyoruz. Ev sahibi deyince aklınıza kırk küsür yaşında kelli felli birileri gelebilir diye düzeltiyorum, yirmi küsür yaşlarında bir kız ev sahibi. Daha doğrusu evi kiralayan kişi. Ev sanıyorum annesinin üzerine.


Eve doğru yürürken konuşuyoruz biraz. Nereli olduğumu soruyor bana. Türkiye diyince “we are komşu” diyor. Tükçeyi nerden bildiğini sorduğumdaysa Bulgaristanlı olduğunu söylüyor. Bulgar kız arkadaşım geliyor aklıma ister istemez. Bulgarların ne kadar Türk karşıtı olduğuyla ilgili anlattıklarını hatırlıyor ve evi tutmakla ilgili şansımı muhtemelen kaybettiğimi düşünüyorum.


Yürümeye devam ediyoruz. Evin bulunduğu mahalle hoşuma gidiyor. Hem işe çok yakın, hem de temiz bir yer. Mümkün olduğu kadar kafamı olumlu tutmaya çalışıp inceliyorum geçtiğimiz her yeri.


Kısa bir süre sonra Dexter’ın bekârken kullandığına benzer bir binaya geliyoruz. Biraz eski, ortak balkonu bulunan, otel odası gibi yan yana dizilmiş kapılarıyla göze çarpan iki katlı bir yapı.


Daireye girdiğimizde oldukça küçük olduğunu görüyorum. Biraz da pis, ama çok da kötü değil. Odayı gösteriyor ardından bana. Beklediğimden çok daha iyi. Geniş ve ferah bir oda. Yemyeşil bir bahçeye bakıyor, güzel de ışık alıyor. Bir adet piyano görüyorum köşede. Baktığımı görünce piyanonun da odayla birlikte geldiğini söylüyor. Bilmem çalmayı ama yine de bu detay sevindiriyor beni.


Kendisinin eski odasını gösteriyor sonra. Geçen birkaç aya kadar orada kalıyormuş ama artık onu da kiraya veriyormuş. Oda öyle bir oda ki, girer girmez şaşkınlığımı gizleyemiyorum. Hani süpermarketlerdeki pespembe barbi bebek evleri olur ya, onun büyüğü işte. Yatak, duvar kağıtları, makyaj masası, çocuk sandalyeli evcilik masası… Her şey var. Bu odayı kısa dönem diğerini uzun dönem kiraya veriyorum diyor. Ancak “pembe” oda zaten tutulmuş, üstelik benimle aynı şirkette çalışacak bir çocuğa. Herhalde o da benim gibi geçici bir yer bulayım de neresi olursa olsun durumunda kalmış.


Ben de kısa dönem kalmanın yolunu açmaya çalışıyorum konuşurken. Birkaç aydan kısa olmasın ama diyor. Ayrıca kontrat yapamayacağımızı, çünkü binanın belediye anlaşmasında olduğunu söylüyor. Kısacası yasal olarak kiracı değil, onun evinde kalan bir arkadaşı olacağım.

O an geliyor ve evi tutup tutmak istemediğimi soruyor. Birkaç eve daha bakıp akşama cevap vereceğimi söylüyor ve çıkıyorum.


Gün içinde biraz daha araştırma yapıp birkaç hafta kalmaya müsaade eden bir yer buluyorum. Yeri biraz kuzeyde ama tek trenle işe gidebileceğim bir yer. Hemen arayıp odanın müsait olup olmadığını soruyorum. Uygun olduğunu öğrenince yarım saate kadar orda olacağımı söyleyip adresi not alıyor ve yola çıkıyorum.


Çok fazla opsiyonum olmadığı için metrodan iner inmez en olumlu ruh halimi takınıyorum. Evet, bulunduğu yer ilçe merkezi gibi, fena değil. Ana caddede ilerliyorum. Tamam diyorum, burada bir yerde olması lazım, yeri iyi, kalırım işte burada birkaç hafta. Baktığım haritada evin bulunduğu sokak ana caddenin hemen arkası olarak görünüyor. İlk bulduğum sokaktan girip arka caddeye geçiyorum.


Arka caddeye girer girmez gördüğüm manzara sanıyorum uzun süre aklımdan gitmeyecek. Su birikintilerinin içinden çıkıp sokağın bir sağına bir soluna koşuşturan kedi büyüklüğündeki fareler bir yana, fabrika duvarını anımsatan bir bina duvarı ve demir parmaklıklarla örülmüş ufacık birkaç pencere. Apartman kapısı gibi bir şey arıyor gözlerim ama tek görebildiğim ucuz hangar girişlerindekine benzeyen büyük teneke kapılar. Etrafa bir süre bakıp inceliyorum. Yerdeki mazgallardan buhar çıkmasına sebep olan yerin altında gürültüyle çalışan bir makinenin olduğunu fark ediyorum. Etraftaki çöp yığınlarına bakıp kararımı veriyor ve kapıyı dahi çalmadan sokağı terk edip metroya biniyorum.


Son istasyondan sonra otelin bulunduğu yere giden otobüse binince unuttuğum bir gerçekliği hatırlıyorum. Otobüse girer girmez kırk kadar zenci arasında tek beyaz olduğumu fark ediyorum. Artık çok da kafaya takmıyor, olaysız bir şekilde mahalleye dönüyorum.


Otele girmeden bir markete giriyorum bu sefer. Karnım aç gibi de ama değil gibi de. Hasta olduğumu hatırlayıp yemem lazım diyor ve bir sandviç alıyorum. Tam kasaya giderken meyve reyonu takılıyor gözüme. Annemle babam olsa, oğlum meyve ye derlerdi şimdi. Hemen gidip iki tane de elma alıyorum.


Otel odama girip hemen araştırmaya başlıyorum yine. Yeni ev var mı diye. Var birkaç tane ama hemen müsait değiller, birkaç haftaya boşalacak evler. Opsiyonlarımı düşünüyorum. Yeni bir ev bulma umuduyla bu otelde birkaç gün daha geçirebilirim, Bulgar kızın gösterdiği eve çıkabilirim veya o son gördüğüm… Yok yok o olmaz, fazla kötüydü. En iyisi Bulgar kızı aramak. Arayıp evde kalmak istediğimi, ancak geçici olarak kalacağımı, birkaç ay içinde çıkacağımı söylüyorum. Kabul edip etmediğini soruyorum. Biraz mırın kırın ediyor başta ama kabul ediyor sonra. Yarın çıkabilmem mümkün mü diyorum ama şu anki kiracının haftasonunda çıkacağını öğreniyorum. Haftasonuna kadar 7 gün var. Daha Oxford’a gidip eşyalar getirilecek. Yok diyorum olmaz. Boş olan pembe odada kalsam olur mu diyorum öbür kiracı çıkana kadar. Kabul ediyor onu.


Yine ayaklarımı lavaboya doğru uzanıp yatıyor ve lekeli yorganımı çekiyorum üstüme. Ama gülümsüyorum bu sefer, her şey halloldu.



25 Ekim Pazartesi


Ertesi gün kalkıp ne var ne yok toparlıyorum odada. Zaten valizden yaşadığım için çok da uzun sürmüyor toplanma süreci. Kız üniversiteden akşamüstü dönecekmiş. Marcia ise çıkışları 11’de istediğinden yedi saatlik vakit kalıyor arada. Ne yapabilirim diye düşünüyorum. Valizleri Marcia’ya emanet etmek bir seçenek olabilir belki. Bir şansımı deneyeyim deyip Marcia’nın uyuduğu odanın kapısını çalıyorum. Uykulu gözlerle ve ilk gün gördüğüm kıyafetlerle açıyor kapıyı. Ben çıkıyorum diyip anahtarları uzatıyorum. O an valizleri bırakma fikrinden vazgeçiyorum jet hızıyla. Güvenemiyorum karşımda gördüğüm adama. Kendisi bir şey yapmayacak bile olsa bavulları ortada bir yere bırakıp gider bu.


Tamam diyor Marcia, iyi bak kendine, umarım güzel geçer buradaki zamanın. Şaşırıyorum üç günden sonra ilk kez böyle samimi bir şey söylemesine. Teşekkür edip uzaklaşıyorum.


Otelden çıkıp biri yirmi beş, diğeri on kilo olan bavullarımı sürüye sürüye sevdiğim pub’a geliyorum. Kapıya yaklaşırken zencilerden biri görüp kapıyı tutarak yardım ediyor. Hemen prize yakın masalardan birine oturup laptop’umu açıyorum ve başımdan geçenleri yazmaya başlıyorum…



3 yorum:

Unknown dedi ki...

Kardeşim,

Bu kadar sorun yaşayacağına Marcia ile Adnan'da veya bizim aile dostumuzda kalsaydın ya. Bu yazı olmamış şimdi :) Bu kadar detayı anlatsaydın derhal buluşurdum sen sadece gay kısmını anlattın telefonda (evet sen de her türk erkeği gibi "homofobik" sin)!..

Yeni evinde/işinde/pembe odanda mutluluklar.

Hayat dilediğin gibi devam eder umarım.

Orçun

deran dedi ki...

Orçuncum önemli değil, olmadı mı olmuyor bazen. Terslikler üst üste geldi hep. Adnan'la iletişim kurmak aklıma gelmedi başta. Sonra telefonu olmadığı için facebook'tan mesaj attım ama meşguldü sanırım, birkaç gün sonra dönüş yapabildi.


Çok teşekkür ederim iyi dileklerin için. Görüşemedik yine bu kez ama bir daha geldiğinde ayarlayalım mutlaka bir şeyler. İyi bak kendine.

Deran

10 numara dedi ki...

güzel eywallah