Nedir Yani?

Bu blog, bir kader ortaklığıdır. Bu blogun bir ayağı Londra'daysa, diğer ayağı İzmir'dedir. Bu blogun yüreğinin bir yanı İstanbul'da atıyorsa, yüreğinin diğer yanı Kiel'de atıyordur. Bu blog Kibariye'yi benimsediği kadar, Oxford'da da okumuştur. Bu blog "Gamzedeyim Deva Bulamam" şarkısını söylediği kadar, Karşıyaka için Mehter'i de söylemiştir.

Bu bloga adam olmaz da dediler, bu blogu disipline de verdiler ama bu blogu başkan da seçtiler. Bu blogu Hamburg'ta bara almadılar, bu bloga kızlar yüz vermediler, bu bloga İstanbul'da iş vermediler. Bu yüzden bu blog, biraz Çiçek Abbas'tır, biraz Yedi Bela Hüsnü'dür, biraz Şaban Erkök'tür ama en çok Türk Sanat Müziği aşkı ile Şakayla Karışık Sadri Alışık'tır.

Bu blog göçtür, gurbettir, sıladır, spordur, aşktır ve elbet yaşamdır.

16.02.2011

İşe Başlangıç İçin Gerekli Evraklar



İnsan başına gelince anlıyor. İhtiyacı olunca arıyor internette "neyi nerden bulabilirim" diye. Aslında maddelerin çoğu kolay, daha önce başka işlemler sebebiyle aldığımız aşina olduğumuz belgeler ama biz yine de yazalım, ki değişiklik yapılanlar farkedilsin, illa 20 yaş üstü okuyor değil ya burayı hiç bilmeyen kardeşlerimiz de öğrensin, sonra Google'da aramalarda belki çıkar ünlü oluruz.

-6 adet vesikalık fotoğraf: 12liği 13 liraya çektirebiliyorsunuz. 15 dakikada basıyorlar.

-İkametgah senedi: Muhtarlıktan alıyorsunuz. 5 lira aldı bizimki.

-Noterden tasdikli nüfus cüzdan fotokopisi: Bir tasdik için 2 fotokopi götürüyorsunuz, biri onlarda kalacak. Ücreti 20,38 lira.

-Noterden tasdikli diploma fotokopisi: Yine aynı şekil, 2 fotokopiye bir tasdik. Ücreti 22,68. Toplamı 23,06 olduğu için kağıt 20 lira ve bozuk 4 lira verdim, adam verdiğim parayı saymadan ve dolayısıyla para üstü vermeden teşekkür edip parayı bölümlerine koydu, ben de 6 kuruş için 100 kuruş vermiş oldum, düzeltmedim itiraz etmedim. Neyse öznele çok girmeyelim.

-Sabıka kaydı: Adliyeden ne için almak istediğinizi belirtip nüfus bilgilerinizi eklediğiniz dilekçeyle alabiliyorsunuz. İş için alacaksanız başına Özel İşyeri/Güvenlik İşi/Resmi daire diye belirtmeniz gerekiyor. Benim gittiğim yerde dilekçe için hazır form vardı, nüfus cüzdanınızı veriyorsunuz fotokopici hazır formun altına nüfusunuzun önlü arkalı bilgilerini yapıştırıyor, 50 kuruş. Her adliyenin ücret uygulaması farklı olabiliyormuş sanırım. Karşıyaka 5 lira aldı hizmet karşılığı, bağış mağış, ne derseniz artık.

-Askerlik durum belgesi: Türkiye'nin her yerinden istediğiniz askerlik şubesinden alabileceğiniz bir belge. Bornova(Osmangazi) Askerlik Şubesi'nde dilekçe doldurup sıra numarası alıyorsunuz kısa dönem askerin yönlendirmesi üzerine. Sıranız gelince numaranızın gösterdiği masaya gidip nüfus cüzdanınızı veriyorsunuz, kontrolleriniz yapılıyor, 2 adet çıktı veriyor ikisini alıp memurun gösterdiği başka bir masaya gidip imza alıyorsunuz, imzanın ardından şube başkanı albayın odasına gidip ondan da bir imza alıp ilk masaya dönüyorsunuz. Şubede kalacak nüshaya "bu belgenin bir suretini elden teslim aldım" yazıp ad soyad imzayla tamamlıyorsunuz ve belgenizi alıyorsunuz. Ücretsiz.

-SSK kartı fotokopisi: Sigorta numaranızı alıp işinizde devam ettirecekler diye kaba bir açıklama yapayım.

-Kan grubu belgesi: Ya da ehliyet fotokopisi.

-Aile bireylerinin nüfus cüzdan fotokopileri: Anne, baba, kardeşler.

-Vukuatlı nüfus kayıt örneği(aile bireyleri dahil): İşte geldik en kritik noktaya. Tanım olarak neden "vukuatlı" deniyor onu açıklayalım. Vukuattan kasıt adam yaralama, mekan dağıtma değil, zaten olursa sabıka kaydında geçer. Buradaki vukuatlar evlenme, ölüm, soyadı değişikliği olayları. Anne-babanız için evlilik yerinde evlenme tarihleri vardır. Allah uzun ömür versin yaşayanlar için sağ yazar falan... Şimdi nerden alınabileceği konusuna gelelim zira bu bana bir gün kaybettirdi. Karşıyaka Nüfus Müdürlüğü'nde sıra aldım ve numaramın gösterdiği bankoya gittim, "işe başlangıç için vukuatlı nüfus kayıt örneği almak istiyorum, aile bireyleri dahil" dedim, memur "Artık bu belgeyi biz vermiyoruz, iş verenler SGK'dan istiyorlar. Kimlik Paylaşım Sistemi'nden bu bilgileri çekebiliyorlar" dedi. Ben afalladım, bir daha sordum "ne yapıcam şimdi ne dicem" diye, kadıncağız yineledi:"artık nüfus müdürlükleri vermiyorlarmış diyin, SGK'dan Kimlik Paylaşım Sistemi'nden iş verenler alabiliyorlarmış diyin". İkametgah belgesini alırken de muhtarlıktan aynı şekilde bilgi geldi, artık şifreyle girip isteniyormuş bilgiler diye. Ben de eve gidince İK sürecinde görüştüğüm hanıma e-postayla durumu belirttim, top benden çıktı diye düşünürken cevap geldi:"Biz SGK'ya bağlı çalışmıyoruz, primlerimiz farklı bir fona yatıyor, bazı nüfus müdürlükleri böyle uygulama yapıyor sanırım, ama başka şubelerden deneyin alabileceksinizdir, diğer başvuruda bulunan adaylarımız kendi belgelerini getiriyorlar". Bu yardımsever ama aynı zamanda "yapçan vallacı" cevabın ardından "madem SGK'ya bağlı çalışmıyorsunuz neden sigorta numaramı istiyorsunuz" diye çirkeflik yapmadım ve deneyip gelişmeler hakkında bilgi vereceğimi yazdım. Netekim ertesi gün Çanakkale'nin Ezine ilçesinin nüfus müdürlüğünden kendi adıma belgemi aldırabildim. Bilmediğimiz bir vukuatımız yokmuş. Şimdi iş veren düşünsün!

Ayrıca benim durumum haricinde daha önceden çalışmışsanız önceki iş yerinde çalışma belgesi, evliyseniz evlilik cüzdanı, çocukluysanız nüfus cüzdanlarının fotokopisi, mutluysanız mutluluğunuzu gösteren resim ya da foto(yine öznele girmekle kalmadım espri yaptım).


Şubelerin, noterin, kurumların birbirine yakınlığına ve o günün yoğunluğuna göre tüm belgelerin toplanması yarım günde bile bitebilir. Benimki vukuatlının vukuatı yüzünden 1 günü aştı. Ha bir de sabah fotoğraf çekilmek üzere kestiğim bıyığımla sakalım akşam 8de anca gidip çektirdiğim için biraz uzadı, kirli sakallı vesikalık fotoğrafım oldu(abarttım, o kadar değil). Bu arada saçımı kestirirken berber muhabbeti esnasında fotoğraf için kravatım ceketim olmadığını hatırlatan annemin telefonu üzerine berberimden gelen "fotoğrafçılar kravat ve ceket bulundurmak zorunda" bilgisine güvendiğim için Foto Güven'e gittim ama kravat olduğu ceket olmadığı, temin edemeyecekleri bilgisine ve ceket giymesem de olur tavsiyesine teşekkür ederek ayrıldım. Chakal fotoğrafçılar işi biliyor, 4 poz çekti, karar aşamasında arada kaldım, iki pozdan 12şer tane aldım. Param cebimde aklım fotoğrafta kalacağına param adamda fotoğraf cebimde kalsın dedim. Şimdi bir ciddi bir gülümseyen iki güncel vesikalığım var. Güleni iş yerine verdim, ciddiyi hakemliğe devam edersem kullanırım belki...

Evrak toplayacak olan herkese kolay gelsin...(rep, teşekkür, alkış verin de tam forum havası olsun)

18.01.2011

Hıncal Uluç Tarzı Yazılar Serisi #3


Sevgi'de Öğlen!!

Saat 11 civarı, geçen gün. Karnımda acıkmıştı, kahvaltı yapalı 3 saatti halbuki. İmdadıma Halil yetişti. "İtiraz istemem, gidiyoruz" dedi. "Nereye yahu?" diye soramadan bindik arabasına. Bayraklı'ya sapınca tahmin ettim gideceğimiz yeri, Sevgi Lokantası... Yıllardır İzmir'in en elit insanları öğlen tatillerinde iş yerlerinden çıkar Sevgi'ye giderler. Bornova Meydan'da vardı, öğlenleri tıklım tıklım yer bulamazsınız. Şimdi, Bayraklı'da.


Girer girmez güler yüzlü insanlar karşıladı bizi. Sanki lokanta -lokanta böyle bir yer için aslında az kalır- değil de evinizde anneniz karşılayıp sofraya çağırır gibi. Binbir çeşit var. Dana-tavuk rostodan patlıcanlı kebaba köfteli patatesten ıspanağa. Tok gelsen yine iki tabak yersin o derece. Biz zaten iki aç insan "ondan, şundan, bundan da bundan da" diye diye neredeyse o günkü bütün çeşitlerden aldık. Halil her zamanki gibi: "Şu olsun ama suyundan koymayın", "Bu olsun ama yağda kızarmasın", diyorum "Burası Sevgi, olmaz öyle şey yağı en kalitelisinden suyu en ayarlısındandır", itiraz ediyor "Biliyorum Sevgi'yi bana anlatma, ben hiçbir şekilde yiyemiyorum böyle". Ben de saygı duyuyorum. Elbette tatlı aldık yanına. Bir Halil geleneği. Özsüt'ün en yakın şubesi 5 km, burda idare edelim diyoruz ve kazandibisini yiyoruz. Ben açıkçası yanmış şekeri sevmem, kaşıkla sıyırıyorum. Halil napıyorsun der gibi bakıyor. O birinciyi bitirmiş ikinciyi alsın mı onu düşünüyor. Yine güleryüz kendini gösteriyor ve ben kazandibimi afiyetle götürürken Halil'e bir bardak çay geliyor, şirketten. Böyle jestler önemli. Nasıl olsa onları etkilemez, yaparsa memnuniyet kazanır. Genelde ikram etseler de bunu yapmayan yerler oluyor. Dahası "Çay alır mıydınız?" diye sorduktan sonra hesaba getirdiği çayı ekleyenler.


En sonunda saat 12:40 gibi ayrılıyoruz Sevgi'den. Ne de olsa daha bir sürü işadamı, avukat, yönetici gelecek. Tok karın, gülen suratlarla ayrıldık Sevgi'den bir dahaki öğle yemeğine kadar. Bakalım bir dahakine hangi çeşitleri çıkaracaklar??? Mutlaka gidin, telefonu 0232 348....



10.01.2011

Neurosport Karşıyaka'dır!!


Son zamanlarda Karşıyakamız'da iyi gelişmelere rastlamak zor. Araştırıyorum hep dopingler, vasıfsız transferler vs. Ama iyi gelişmeler de yok değil. Neurosport... Kutsal Topraklardan 600km uzakta.. İlk 11'inde Karşıyaka'nın ilk 11'inden daha fazla Karşıyaka'lıya sahip bir takım.. Şimdi önlerinde büyük engel var. Rakip Ayazma.. Güçlü rakiplerini alt etmek ve kötü gidişe dur demek için kampa girdiler. Şimdi sıra bizde.. Karşıyaka'lılar desteğinizi esirgemeyin.. O çocuklar bizim çocuklarımız...

Onur Erdem:"Aslında adaşımdan daha yetenekliyim..."
Karşıyaka'nın alt yapısından yetişen milli kaleci Onur Recep Kıvrak'ın ağabeyi sayılan Onur Erdem, menajeri aracılığı ile bizlere yaptığı basın açıklamasında "Onur ile aynı mahallede büyüdük. Ben hep onu güçlü takımın kalecisi yapardım. Çelimsizdi aslında. Ama sonra öğrettiklerimle büyüdü ve geldiği yer ortada. Ben de 2. baharımı Neurosport ile yaşıyorum. Şimdi sıra Ayazma'da.. Tek cümle.. 2 avans 5'te biter.. " dedi.
Takımdaki 35½ ruhunu tüm bireylerin hissettiğini söyleyen Onur, "Kariyerim'de Karşıyaka ile Süperlig'te oynamak var. Ama önce Ayazma maçı.." diye cümlelerini bitirdi.

İsmail Şenol:"Emlak Bankası Ortaokulu zamanlarımdaki gibiyim.. "
Takımın Karşıyakalı bir diğer genç yeteneği İsmail Şenol kendisinin kesinlikle Türker ile kıyaslanmaması gerektiğini, 'Karşıyaka'dan forvet yetişmez, yetişenler Türker gibi oluyor..' diyenleri yanıltmanın en büyük arzusu olduğunu belirtti. Şu ana kadar takımın en çok gol atan oyuncusu olduğunu sözlerine ekleyen İsmail, "Benim için takımın şampiyonluğu önemli, ama gol krallığının da önemli bir prestij olduğunun farkındayım. Çok formdayım, Emlak Bankası Ortaokulunda da en çok korkulan forvet bendim. Şimdi de Ayazma korksun.." diyerek sözlerine noktayı koydu.

Merakla beklenen Ayazma - Neurosport maçı yarın saa 23.30'da naklen ESPN'de..

3.01.2011

Bir Gelenektir yaa Yılbaşları


Bir gelenektir yaa yılbaşları. Noel gibi kutlarız, merry christmas deriz hatta. Atlarız arabamıza otobandan basar gideriz Çeşme'mize. Sol şeritler bizimdir hep, önümüzdeki Paliolara, Accentlere selektörün kralını yaparız, 120'yle gitmesinler na hadlerine. Ilıca, Alaçatı bizimdir hep. Evlerimizde demlenir, şişelerimizi açarız. Ellerimizde telefonlar, fotoğraf makinaları, arada yudum yudum rakılar vodkalar. Sokaklarımıza çıkarız yazın parmak arası terlikle gezdiğimiz. Her yer izdiham halindedir, yine gelmiş dışardan yabancılar... Bu sefer elimizde şarap kadehleri, çalkalar yuvarlar içeriz. puromuz, Djarum Blacklerimizle mis gibi kokuturuz etrafı. Salsa, bachata yapar ısınırız parke taşların üstünde. Türkiye'nin geri kalanıyla bi izdihamımız aynıdır bi de geri sayımımız. Avrupa'da yaşadıklarımız gibi olmuyor maalesef, illa arkadaki bizi ittirir biz öndekini... Önce biz girsek yeni yıla daha iyi olur ama neyse sonuçta en batıdaki yerdeyiz. Sabahlara kadar eğlenceye devam ederiz sokakta, evde... Ertesi gün kalkar eşofmanlarımızı, botlarımızı giyer kahvaltıya kaçarız. herkes ordadır zaten, kalite kokar mekanlar. Kahvaltısı kesmeyenler Şevki'de alır soluğu. Ardından kahvemizi içeriz Marina'da. Keseriz birbirimizi, biliriz birbirimizi, hepimiz her zaman ordayız sonuçta... Rahat insanlarız biz, İzmir'de bekleyen işimiz olmamasına rağmen akşama doğru dönüş yoluna çıkarız, işimiz olsa da farketmez bekletiriz biz. Ama otobanımızda basarız her türlü, herhalde yani yoksa niye aldık 2000-3000 motor otomobilleri? Eve gelir fotoğraflarımıza bakarız yataklarımızda o tatlı yorgunluğu üstümüzden atarken. İnternet işlerimizi hallederiz, günlük, klasik... Ya hemen program yapar atarız kendimizi sokağa ya da dün gece çok içmiş çok dansetmişizdir dinlenmeye koyarız kendimizi. Sonuçta bir yılbaşı daha geride kalmıştır, nası girdiysek yeni seneye bellidir bütün sene yine orda olacağızdır. Bir gelenektir yaa bizim için yılbaşları, hayatımızın vazgeçilmezlerindendir.

31.12.2010

Hâlâ Hatırlanan Yılbaşı Performansları

Dünya dönüyor ve döndükçe de 2011'e yaklaşıyoruz. Ben sabit bir güne endeksli heyecanları geride bırakalı çok oldu, artık sene-i devriyeleri kendi takvimime göre ayarlıyorum. Elbette, biz biraz büyüdük diye, bizden daha genç olanların gelecek günlere dair heyecanlarını tazelemelerine itirazım olamaz. Fakat derler ki, "Hafıza-i beşer nisyan ile maluldür". Yani insan hafızası unutmakla tanınır. Hâlâ çok şey hatırlıyorum diyerek övünmenin de gereği yoktur, zira insan unuttuğunu hatırlar, geçmiş sandığına tepeleme fırlattığı yaşantıların gözünü alması ile aydınlandım zanneder. Yine de zararı yoktur. Beri yandan, insanın kendine temize çekmesidir hem unuttuğunu hatırlamak hem de sene-i devriyelerde bazı yüklerden kurtulmak. Gel gör ki, insan tasarımcıları onu bile kısıtlamak ister bazen. Bazıları popüler eğlenceye ters gitmek, Batı alerjisini yaygınlaştırmak ve bireyi kendine bağlamak için "Ne yapıyorsun?" sorusunu küfürle bezeyerek sorar. Böyle bir sorunun yanıtı mahcup bir şekilde kurulan uzun cümleler değildir, güvenerek ve bilerek ağızdan çıkan "Bırakın yaşayalım" cümlesidir. Doğrusu değil midir ki, kimse kimsenin yaşadığı çocukluğun bir aldatmaca ve yabancılaşma olduğunu öne süremez. Onlarsız olmaz dediğin ailen ile, canciğer arkadaşların ile veya -gülüşüne cihan değer- sevdiğin ile bir gecede biraz dertlerden kurtulmuş, biraz kendini temize çekmiş ve biraz da eğlenmiş oluvermenin aldattığı boş bir insansan da kime ne? Yılbaşı geceleri bu yüzden güzeldir. Takvimi terk eden sene için "Bu da böyle geçti kime ne?" diyebilmenin anonim türküsüdür. 2011'e saatler kala işte bu anonim türkünün Internet deryasındaki girdaplar imkan verdiği oranda hatırlayabildiğim ve bulabildiğim kısımları bu listededir. Adını özene bezene bir şeyler koymak istedim, Top 10 gibi En İyi En Unutulmaz gibi... Ama yakışan bir isim bulamadım, 2011'e girerken bu garip kulun hatırlayabildiği güzel yılbaşı eğlenceleri deyiverelim de listeye geçelim. Herkese Mutlu Yıllar!


Zeki Müren - Açmam Açamam






Bülent Ersoy - Dertleri Zevk Edindim






Kibariye & Sertab Erener - Sen Ağlama






Nesrin Topkapı - Oryantal Dans Gösterisi






Selami Şahin - Seninle Başım Dertte






İbrahim Tatlıses - Ada Sahilleri






Hande Yener & Müslüm Gürses - Paramparça






Sezen Aksu - Makber & İzmir'in Kızları & Harmandalı



Müzeyyen Senar - Feraye



Bu listede adını anamadıklarımıza da bir saygı duruşu yapalım:





29.12.2010

Belki Bir Gün Özlersin... Bence Özleme



Emre Aydın'ın ilk meşhur şarkılarından birisi "Belki Bir Gün Özlersin". Bunun ardından "Afilli Yalnızlık", "Bu Kez Anladım", "Sensiz İstanbul'a Düşmanım" gibi çok beğenilen şarkılarla rock müziğin en iyi isimlerinden biri haline geldi Türkiye'de. "Kağıt Evler" adındaki ikinci albümünde bulunan "Bu Yağmurlar" ve "Hoşçakal" şarkılarıyla başarısını devam ettirdi ancak ilginç bir üne de sahip oldu. Sürekli acılı, efkarlı, ayrılık şarkısı yapan adam oldu. Zaytung'da haberleri çıktı, "Emre Aydın artık sevdiği kıza açılsın" diye hareketler oluştu. Emre Aydın o şarkıları kime ya da kimlere yazıyor bilmiyorum ama kendisini biliyorum, üstelik iyi de bilmiyorum.

Birisi hakkında böyle keskin konuşmak istemem ama duyduğum bu şekildeyse ve güvendiğim bir kaynaksa ne diyebilirim ki. Gerçi daha önceden ünlü sayılabilecek birinin günahını almıştım kendimce. Birisinden bir şey duymadan sadece kendi gördüklerimle... Ünlü bir futbolcunun Facebook'ta kurucusu olduğu bir gruba rastladım "İzmirli kızların sadece elini tutacaksın" mı "İzmirli kızı sadece yanında dolaştıracaksın ciddi düşünmeyeceksin" mi o tarz bir isimle. Duvarına da yazılar yazmıştı grup adı gibi net hatırlayamadığım, özetle "güvenilmez, basit, namussuzlardır" temalı cümleler. O an acayip sinirlenmiştim o futbolcuya. Sen kimsin ki benim ailemi, arkadaşlarımı, hemşerilerimi kastedip seviyesiz laflar kullanacaksın. "İstediğin kadar sahada oyna, goller at, şampiyon ol, milli takıma gir bir şeyler yap seni asla affetmem bu ithamlarından" diyordum... Onun hikayesini öğrendim. Arkadaşlarım vasıtasıyla bu futbolcunun geçmişte yaşadığı ilişkisini dinledim. Çok sevdiği bir kız arkadaşı var, nişanlanıyorlar, evliliğe gidiyorlar. Evlilik oluyor mu olmuyor mu tam hatırlamıyorum ama kız oğlandan ayrılıyor ve başka biriyle beraber oluyor. Ve kız İzmirli. Bu yüzden ortaya genelleme atılıp kendince intikam almak için kinini kusuyor oğlan. Aslında o kızı ama gıyabında tüm İzmirli kızları aşağılıyor.

Bu olayı, onu buna sürükleyen şeyleri öğrenmem yaptıklarını affetmem anlamına gelmiyor ama nasıl bir psikolojiyle yaptığını anlamamı sağlıyor. Böyle bir durumda istersen kulüp başkanı ol, milli takım teknik direktörü ol istersen bakan ol başbakan ol hırsla, nefretle bir şeyleri gözardı edip tepki verebilirsin. Büyük potlar devirsen dahi sonrasında kendine geldiğinde samimiyetle af dilersen belki affedilebilirsin... O futbolcu için onu affedilebilecek duruma geldim, çünkü ona üzüldüm. Ama Emre Aydın'a olan fikrimin değişmesi için, şarkılarındaki acıklı haline üzülmem için şu an somut bir neden yok. Çünkü onun, bu acılı, romantik sözleri söyleyen kişinin, ilişkilerini yaşarken kendi yaptığı şeylerin çok adil, dürüst, onurlu olduğunu düşünmüyorum duyduğum şeylerden ötürü. Bunları burada söyleyecek değilim, sonuçta kesin olan bir şey değil, bana ve benim kaynağıma inanıp inanmamak da herkesin kendi takdiri. Sadece, o bu şarkıları yazarken ve söylerken şahsı adına bende bir acıma, üzülme ya da takdir etme duygusu oluşmadığını söylemek istiyorum "ulen adam ne acı çekmiş be, ne kadar sevmiş, helal olsun be!" gibi...

Bir de son olarak bu şarkının söylendiği kişiler var elbet, o da eğer bu şarkılar yazıldıktan, söylendikten sonra başka adamlarla başka şehirlerde olmalarının ardından bir özleme durumu mevzu bahis olursa, özlemesinler... Çünkü bu, o şarkıların yazılıp söylendiği, dile getirenler tarafından yaşandığı anlardan kesinlikle kendileri için daha kötü olacak ve yaşanacaktır...

27.12.2010

Hıncal Uluç Tarzı Yazılar Serisi #2



Galatasaray Kongresi ya da Galatasaray Kangreni!!!

Mart geldi çattı. Galatasaray'da kongre zamanı. Şu ana kadar sürekli eleştirlen Özhan Canaydın yönetimi bir ara Fenerbahçe'nin önüne geçince başarılı kabul edildi eleştiriler kesildi. Finalde Fenerbahçe karşısında kazanılan maçla Galatasaray'ın aldığı Türkiye Kupası ve Özhan Canaydın'ın dudaklarını yapıştırdığı madalya hâla gözümün önünde. Rakipleri her alanda geçmiş, kazandığı bir kupa sonucu madalyaya can simidi gibi asılıyor, astımlı hastanın ağzına tıkadığı sprey gibi yapıştırıyor dudaklarına, öyle nefes alıyor anca. Geçen sene 1-2 ay devam etti bu ferahlık ancak sonra yine fark ortaya çıktı ve kaybedilen lig şampiyonluğu, kaçırılan Avrupa treni, Anelka gibi bir transferin altında ezilme. O zaman eleştiriler vardı ancak rakip başkan adayı çıkmıyordu "Gelecek kongrede ben başkan olacağım, Galatasaray'ı bu durumdan kurtaracağım." diyen. Şimdi ise 6 aday var. Özhan Canaydın da biri. Vazgeçmedi. Basketbol ve voleybol branşlarında uğranılan hezimeti, basketbolda sponsor adında diğer kulüplerden daha kötü şartları kabul ettiğini, transfere milyonlar harcadığını, borçları büyüttüğünü, bir dolandırıcıya inanıp Türkiye'ye bu kulübü ve taraftarlarını rezil ettiğini unutmuşçasına.

Çok şeyler beklediğim, kendi başına liste çıkarıp yarışa katılsa gözü kapalı başkan seçileceğine inandığım Adnan Polat alt görevlerde yetineceğini açıkladı, hem de Özhan Canaydın'ın listesinde. Özhan Canaydın kişilik olarak müthiş bir insandır. Saf, temiz, centilmen. Zaten bunun ödülünü alırken daha çok eleştirilmesi akılda kalmıştı geçen senelerde. Ama Galatasaray başkanlığına uymuyor, yakışmıyor Özhan Canaydın. Bir de "Liseci"ler var ki... Galatasaray'ı ayrı bir organizma zannedip illa kendi okulu içinden yetişen birinin yöneteceğini düşünen "Liseci" zihniyet. Bugün Erzurum'dan çıkar bir aday Galatasaray'a başkan olur tarihinin en iyi dönemini yaşatır. Ama bu "Liseci" zihniyet hem gelmesine hem de kaza ile gelirse de başarıya ulaşmasına engel olur. Çünkü onlar için Galatasaray'ın başarısı ve Cim Bomluluk değil Galatasaraylılık önemlidir, Galatasaray ekolünden gelmek, bir yönle insanlardan üstün olmak.Kişiliklerini böyle bulmuşlardır çünkü, hayatları boyunca o okul mezunu olmak onları bir yerlere getirmiştir ve bu zehri büyütmek beslemek şimdi onların kutsal görevidir.

6 aday, karışık kafalar, sabit fikirli "Liseci"ler, başarısız ve tekrar göreve talip bir yönetim. 5 sene öncesine kadar Türkiye'ye en büyük gururu yaşatan Galatasaray şimdi Avrupa arenasından uzak, borçlar içinde viran halde yeni yönetimini seçiyor...

26.12.2010

Güzel İzmir Güzel Türkiye: Kendimizi mi Kandırıyoruz?

Hüseyin Çelik İzmir hakkında bazı sözler etti. Bu sözlerin ajanslar tarafından haberleştirilmesini takiben açıklamaların sahibine tepkiler yağdı. Bu tepkilerin çoğunun İzmir güzellemelerinden oluşmasının yetersizliği bir tarafa, o toplantı sırasında Hüseyin Çelik'e verilen tepkinin bilinmezliği de Türkiye'deki tartışma kültürünün vasatlığını gösteriyor. Türkiye'deki tartışmalar genelde şöyle oluyor: Birileri kâh yetkili ve bilgili kâh yetkisiz ve bilgisiz olsun herhangi bir konu hakkında açıklamalarda bulunuyor, hemen ardından bu açıklamaların ilgi çeken yanları haberleştirilip servis ediliyor, anlama kaygısı güdülmeden de bilindik yanıtlar bilindik ölçütler ile dolaşıma sokuluyor ve nihayet dolaşımda popülerleşmiş ve sloganlaşmış sözler de diğer tartışmalarda kullanılan cümleler gibi söz çöplüğüne gönderiliyor. Sonrası ise unutkanlık.

Madem bu sözlerin İzmir arabeski yapılarak verilen yanıtlardan öte bir analizi yapılmadı, madem bu sözlerin sarf edildiği toplantıda verilen yanıtları haberleşmedi ya da o toplantıda yanıt verilmeye cesaret edilemedi ve madem bu sözler yaşamı öğrendiğim İzmir'i incitiyor o halde sözlere gelelim. Hüseyin Çelik'in İzmir üzerine sarf ettiği sözlerinin asıl tepki çeken kısmı şuydu: "Pırıl pırıl nur topu gibi bir çocuk ama burnu akmış kir pas içinde. Yüzünü, gözünü temizlediğiniz zaman güzelliği ortaya çıkar.". Anlaşıldığı gibi Hüseyin Çelik'in zihninde İzmir bu haliyle sümüklü bir çocuk. Çelik'in fikirlerini çirkin sözlerle özetlemesi hoş değil. Fakat İzmir, okulun ince bıyıklı ve takıntılı müdürünün sabah sıralar halinde okula giren öğrenciler arasından azarlamak için çekip aldığı sümüklü bir çocuk ise bu iyiye bile işarettir denebilir. Sümüksüz çocuklar isteyen, tek tipe sıkıştırılmış ve kirlenmesi yasaklanmış çocukları öven bir okul müdürünün sümüklü çocuğu azarlaması, içinden o sümüklü çocuğun temizlenip paklansa ne kadar da diğer uslu ve zengin çocuklara benzeyeceğini geçirmesi sümüklü çocuğun sümüklerinin akmasının çaresi değil. Ancak unutmamak gerekli ki bu azar o çocuğun ne gözlerine işlemiş güzelliğini bozar ne de yakın çevresi tarafından biricikleştirilmesini engeller. Hatta sümüklü çocuk, eğer üstünü başını bilerek pislemediyse, diğer çocuklardan sümük farkıyla büyüktür, olgundur ve hayatı daha iyi bilendir. Ne yazık bu olgunluk ve bilgelik, çok sattığından olacak İzmir konulu köşe yazılarına kadar ulaşamıyor. Sümüklü çocuğun ailesi, sümüklü çocuğun kuytu kalan odasından iyice uzakta yaşadığından olacak verilen yanıtlar çoğunlukla beylik sözlerdi. Azarlama ayyuka çıkınca nağmeli yaygara basmak, sümüklü çocuğu diğer çocuklardan biraz daha yabancılaştırmak da sümüklü çocuğun sümüklerinin akmasının çaresi değil.

Tüm bunların yanında daha dikkat çekici bulduğum nokta Çelik'in açıklamalarındaki "temizleme" kısmıdır. Adalet ve Kalkınma Partisi, Türkiye'nin dört bir yanında kendi şehirlerini, kendi gençlerini, kendi üniversitelerini ve kendi girişimcilerini yaratmak istiyor. Bu tasarıların hayata geçirilmesi için oluşturulmuş ya da AKP düşüncesine göre yeniden işlev kazandırılmış araçlardan bir tanesi TOKİ'dir, bir başkası yeni YÖK ve ÖSYM'dir, diğerleri de yeniden yapılandırılan Diyanet'tir, yargı kurumlarıdır vesaire. TOKİ, toplu konut ile başlayan şehir düzleme ve düzenleme çalışmalarına, garibana bağlanan zorunlu kredi ve geri ödemelerinden olacak, diğer yapı ve yerleşke inşaları ile devam ediyor. Gözümde her kesime uygun projeler ile site yaşamını özendiren ve "öteki" vatandaşı uzaklaştıran bir kurumdur. "Temizleme" vurgusu, açıklamaların devamında gelen gecekondu sayısı ile bağlanıyor. İzmir'de kentsel dönüşümün tam olarak sağlanamadığı ve TOKİ projelerine rağbet olmadığı söylenmek isteniyor. "Burun akması" diye tabir edilen pisliğin bir kısmı İzmir'in gecekondu mahallelerinde yaşayan vatandaşlar olarak gösteriliyor. Çelik'e göre pisliğin diğer kısmı ise İzmir'de devamlı yargı kararları ile muhatap olan gökdelen projelerinden, yani aslında sayıları artık pek az kalan İzmirli çevrecilerden geliyor. Bu pisliğin(!) içinde irdelemek istediğim nokta, gecekondu tanımı. Gecekondu, iç göçe mecbur kalmış fakir vatandaşın sağlıksız koşullarda inşa ettiği yuvasıdır. Bu yuva, yıllar içinde sömürülen bir oy deposu, kiralanan bir rant kalemi ve ötekileşen bir semt olmuştur. Bu "oluş", sadece gecekonduda oturan vatandaşın hüneri değildir. Beri yandan, İzmir'de gecekondu gibi dikilen binlerce apartman ve otel şehrin tarihi dokusunun canına okurken, İzmir'in gecekondularını TOKİ projelerine ilgi göstermediler diye sümük ilan etmek kadar, bu yanlış tanıma ve yargıya verilen yanıtlarda "Gecekonduları gerçek İzmirliler yapmadı, göçmenler yaptı" demek de o derece saçmalıktır. Zira Kordon evlerini, Körfez manzarasını bırakıp gitmeyen İzmirliler de Kordonboyu'na, Güzelyalı'ya ve Karşıyaka Yalısı'na apartmanları dikiverdiler. Örnek mi? Atatürk'ün evrenselliğini vurgulamak için sıklıkla başvurulan Yunan Bayrağı'nı yerden kaldırtma olayının vuku bulduğu köşkü yıkıp apartman dikenlere bakın. Dahası Kordon'da ayakta kalan tarihi köşklere bakın "Yunan Konsolosluğu", "Alman Konsolosluğu Eski Binası" ve "Atatürk Müzesi". Gerisi ne mi? Apartman ve Orduevi. Şimdi tekrar sormak gerekir: Gecekondu nedir ve kimler tarafından dikilir? Gökdelenlere ve İzmir'de boş kalan temel çukurlarına gelince, benim düşünceme göre bunların varlığı ve eksikliği bir şehrin ekonomik gelişmesinin doğrudan göstergesi olamaz. Şehirde oluşan potansiyelin doğru tasarılar ile kullanılması başka bir şey, oluşan ve oluşacak potansiyele bakmadan hayalet devler yaratmak başka bir şey. Kaldı ki, İzmir'in öncelikli sorunları şehir içi metro, liman ve kuzeydeki sanayi kentlerine olan otoyol bağlantısıdır.

Sonuç olarak Çelik'in sözleri çirkin ve önyargılı. Fakat bu sözlerin bizi içine çektiği tartışma -atışma da denebilir- doğru tartışma değil. Şehirciliğin can çekiştiği bir ülkede, farklı şehir belediyelerinin ve kurumlarının çalışmalarını ve uygulamalarını ekonomik canlılık ve hükümete yakınlık ölçüleri ile değerlendirmek fuzuli bir ayrıştırıcılığa ve ihtiraslı bir yarıştırmacılığa hizmet eder. Kaç kentimizin kendine ait bir yaşama kültürü, tarihi alanı ve kendine has çağdaş mimarisi var? Her yıl en az orta büyüklükte bir Anadolu kenti kadar göç alan İstanbul'a bu kadar insanla birlikte katılan kültür ve yeni ifade biçimleri nelerdir? Tarih boyunca Akdeniz çanağında kurulan uygarlıklardan neredeyse eşit oranda nasibi almış İtalya ve Türkiye'nin Unesco Dünya Mirası Listesi'ne alınan tarihi eserlerinin ve doğal güzelliklerinin arasındaki devasa fark neden bu kadar büyüktür? Yalnızca İzmir'in iki ucunda değil tüm Türkiye'de yaşanan doğa ve tarih katliamlarına karşı dünya çapında ses getiren bir eylem yapılmış mıdır? İzmir için ise, İzmir'de yaşayanlar ve İzmir'i çok sevenler olarak Bayraklı'da biçilen ormana ses çıkarabildik mi, "Allianoi yok" diyenlere doyurucu bir yanıt verebildik mi, Seferihisar'daki balık çiftlikleri durdurulabildi mi, Kültürpark'taki yeraltı otoparkının sonuçlarının takipçisi olabildik mi? Yoksa ola ola sadece köşe yazısı romantiği mi olduk?

23.12.2010

Bir günde her şeyden biraz

" Canary Wharf, London "


Saat 7.30. Cep telefonumun o insanı ölesiye rahatsız eden melodisiyle uyanıyorum. Uyanıyorum ama gözlerimi açmıyorum tabi hemen. Kızıyorum kendime içimden, hala o melodiyi neden değiştirmedim diye. Zamanım olmadığından da değil ha, uğraştım aslında birkaç kez ama beceremedim.

Biraz etrafımda dönüp yorganımla boğuşuyorum. Normalde hava soğuk olduğunda çıkamam yataktan, gömülürüm yorganın içine uzun süre ama odanın yine hamam gibi olduğunu fark edip itiyorum yorganı bir köşeye. El yordamıyla kafamın üç santim ötesindeki kaloriferi vanasından kapatıyorum. Az da olsa bu hareketlilik ister istemez açıyor tabi uykumu. Bir gözümü açıp camdan dışarı bakıyorum. Tatsız, renksiz bir gökyüzünün altındaki parkı görüyorum önümde. Kaç gündür neşeli uyanmamı sağlayan güneşli park imajı birden siliniyor tabi hafızamdan. Yerlere bakıyorum, ıslak ıslak her yer. Yüzümü buruşturup doğruluyorum. Yarım açık gözlerle duvar dibindeki piyanoyu ve yanındaki gitarı görüp nerde olduğu hatırlıyorum. Hiçbirini çalabilecek yeteneğe sahip olmayan biri için garip aksesuarlar biraz tabi. Muhtemelen kalıp kalabileceğim en ilginç evdeyim hala. Pembenin en pembe tonlarıyla kaplanmış duvarlara sahip, minik beyaz sandalyeleri olan yatak odası mı ararsınız, pencerelerinden içeri sincapların sıçramaya çalıştığı oturma odası mı, duşsuz tas sistemiyle yıkanılan küvet mi? Hepsi var. Dahası da var hatta. Bu İngilizlerin çift musluk sisteminden ne kadar kaçtıysam daha da üstüme geliyor sanki. Evde sıcak ve soğuk suyu karıştırıp verebilen tek bir musluk dahi yok. Eleştirmiyorum ama artık. Madem millet olarak bunu seviyorsunuz, alışacağız elbet.

Az da olsa sabahları biraz daha zaman kazanmak adına kendimi zorla alıştırdığım mısır gevreklerini bir çırpıda yiyip, hazırlanıp çıkıyorum hemen. Kapıyı açar açmaz buz gibi kış havası vuruyor yüzüme. Hani içinize çekince hem kendinize getirir, hem de biraz üşütür ya, öyle bir hava işte. Şöyle bir bakıyorum Canary Wharf’a doğru evlerin dış kapılarını bağlayan ortak balkondan. Devasa şirketlerin fiziksel olarak neye benzediğini merak edenlerin mutlaka görmesi gereken bir yer. Namı değer Londra finans merkezi. Parlak ve yüksek binaları, takım elbiseden başka giyecek bir şey yokmuşçasına giyinen insanları ve haftaiçi bankacılarla tıklım tıklım olan, haftasonu ise bomboş olan publarıyla meşhur bir bölge. Metrosu bile ayrı. Şaşırmıştım ilk başta tüm Londra metro çalışanları grev yaparken Canary Wharf metrosu niye çalışıyor, enayi mi bunlar diye. Gerçeği bir sabah önümden bir trenin tamamı geçince anladım. Önce ön camından uykulu uykulu bakan insanlarla dolu ilk vagon geçti, sıkış tepiş olan ara vagonlar geçti sonra, en sonunda da arka camından uykulu uykulu bakan başka insanlarla dolu vagon. Hani ya, treni kim kullanıyor diye birden kendine geliyor insan tabi. Tamamen otomatikmiş meğerse burdaki trenler, oyuncak tren misali.

Birkaç kişi hızlı adımlarla geçiyor balkonun altından. Şemsiye taşımayı kendimi bildim bileli sevmediğimden kandırmaya çalışıyorum kendimi. Çok da yağmıyor diyorum, zaten iki adımlık yer. Ama yok, yemiyor tabi. Şakır şakır yağmur, nereye şemsiyesiz çıkıyorsun. Şakaklarımdan sular süzüle süzüle ofise girdiğim görüntüyü hayal ediyorum. Yok olmayacak bu iş. Dönüp bir hafta önce ev arkadaşımın bıraktığı şemsiyeyi alıyorum dolaptan. Sormuştum bir keresinde neden aynı şemsiyeden on tane aldın diye. Otelden bedava veriyorlar demişti, her İspanyol gibi kesik kesik konuşarak. Zaten bir iki kullanınca bozuluyor, iyi oluyor böyle diye de eklemişti gülerek. Sonrasında da al senin olsun demişti birkaç tanesini verip.

İyi çocuktu şimdi, hakkını yememek lazım. Bir hafta kaldık aynı evde topu topu ama ne yeraltı gazinolarında rulet masalarına bahis yatırmadığımız kaldı, ne otellerin arka odalarında yirmi kişiyle kart oynamadığımız. Hem sevdim hem de takdir ettim çok. Daha on dokuz yaşında kendini atmış İngiltere’ye İspanya’dan. Ne üniversite, ne baba parası. Kendi kendine para biriktirip gelmiş, bir otelde kapı görevlisi olarak çalışamaya başlamış. Bir şehri yaşamak istiyorsan gezmekle olmaz, orada çalışacaksın demişti ilk konuştuğumuzda. İngiltere’yi bitirmiş şimdilik. Birkaç ay sonra Japonya’ya gidecekmiş. Belki bir restoranda balık pişiririm, belki evlere temizliğe giderim ama Japonya’yı illaki göreceğim diye de eklemişti. “Vize problemi yok gezer tabi” ve “AB’de olunca üniversitede okumaya pek gerek kalmıyor zaten” gibi türlü türlü bahaneler geçti aklımdan ama hiçbiri bu duruma oturmadı. Yok ne dersen de arkadaş, takdire şayan bir karakter.

21.12.2010

Nazar Eyle



Dost ve kardeş ülke Pakistan'ın en sonunda bir dostluğunu ve kardeşliğini gördüm. Barış Manço'ya da sevgilerimizi gönderelim tabî.